Diyarbakır nasıl bir ‘müjde’yi bekliyor?
Hafta sonu bir konferansa katılmak için İstanbul’dan Diyarbakır’a giderken İstanbul’daki televizyonların gündemi hala 31 Mart, İmamoğlu, Kurum ve Kürtlerin seçimlerde ne yapacağıydı?
Uçak Diyarbakır’a indiğinde ise bu gündemden geriye hiç bir şey kalmadı.
Diyarbakır’da zaten 31 Mart’ta ne olacağı belli.
Önseçim yapıp, önceden seçilmiş parti bürokratlarını aday olarak dayatan, sürpriz yapan Batman adayı gibi isimleri armudun sapı, üzümün çöpü diyerek tasfiye eden, şehirlerde pek de tanınmayan, heyecan yaratmayan ya da kayyım atamaya niyet etmişlere gollük pas gibi profillere sahip adaylar göstermiş DEM Parti’nin üçüncü yol gibi görünen ama öyle de olmayan, heyecan yaratamayan yeni politikasına karşı bir tepki var.
Ama yine de merak edilen DEM Parti’nin yüzde kaçla, ne kadar oy kaybederek kazanacağı.
Diyarbakır’da ne olacağı esas merak edilen, heyecan yaratan Mart günü ise 31 Mart değil, 21 Mart.
8 yıl sonra verdiği ilk röportajda “Erdoğan artık çözüm sürecini dondurucudan çıkarmalı” diyen Leyla Zana neden sessizliğini bozdu ve 21 Mart’ta Diyarbakır’daki Newroz’da ne diyecek?
Karayılan’ın Newroz’dan birkaç gün önce açıklayacağını duyurduğu müjde ne?
20 Mart günü Diyarbakır’a geleceği duyurulan Erdoğan neden bu gezisini Newroz sonrasına erteledi?
Fidan, Kalın ve Güler’in Bağdat ziyareti sonucunda Irak neden PKK’yı yasa dışı örgüt ilan etti?
Hafta sonu Diyarbakır’a bu sorulara cevap bulunabilecek bir toplantı için gittim.
İnsan Hakları Derneği, geniş katılımlı bir Kürt Meselesinin Çözümü ve Barış Konferansı düzenledi.
Çözüm sürecinde bile çok istekli görünmemiş, DEM Parti’ye yakın çizgideki İHD’nin çözüm ve barış arayan bir konferans yapması zaten ilginçti.
Ama bir gazeteci için esas heyecan verici olan konferanstaki iki oturumdu.
“Cumhuriyetin 2. Yüzyılında Türkiye’de Yeni Bir Barış Süreci Mümkün mü?” başlıklı oturumun konuşmacıları Ali Bayramoğlu ve Leyla Zana’ydı.
Uzun yıllardır Diyarbakır’daki köyünden çıkmayan Leyla Zana’nın Newroz öncesi bu başlık altında bir konferansta konuşması bile tek başına haberdi.
İkinci dikkat çekici oturumda ise DEM Parti milletvekili Ayşegül Doğan, AK Parti milletvekili Galip Ensarioğlu ve CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu konuşmacıydılar.
Konferansa Edirne’den gelen bir mesaj durumu daha da ilginçleştirdi.
Selahattin Demirtaş ve hücre arkadaşı Selçuk Mızraklı’dan gelen mesajın en çarpıcı cümlesi zaten birazdan bütün sitelerde manşet oldu:
“Hükümet de bugün itibarıyla Sayın Erdoğan şahsında temsil edildiğine göre, bu işin birinci muhatabı Sayın Erdoğan’dır. Yine geçmiş deneyimlerden bilinen, kabul gören ve devletin de resmi hafızasında meşruiyeti kayıt altına alınmış Sayın Öcalan bir başka muhataptır.”
Sonra sosyal medyaya Ahmet Türk’ün o gün verdiği bir röportajdan cümleler düştü:
“CHP yapamaz. Neden? Derin devleti ikna edemez çünkü. Erdoğan isterse ikna edebilir. Sorunu çözebilirler.”
Muhalifler sosyal medyada DEM Parti’yi CHP ve İmamoğlu’na karşı iktidarla iş pişirmekle suçlarken salondaki hava hiç öyle değildi.
Leyla Zana, “Seçim çalışmaları, Newroz hazırlıkları” gibi pek de ikna edici olmayan mazeretler ileri sürerek konferansa katılamayacağını söyleyen bir mesaj göndermişti.
DEM, AK Parti ve CHP’yi barış başlığı altında bir araya getiren oturumun da “daha sonra yapılmak üzere” iptal edildiğini açıklandı.
Neden iptal edildiğine dair bir gerekçe gösterilmedi ama sonradan DEM Parti’nin AK Parti ile yan yana gelmemek için son anda katılmaktan vazgeçtiğini öğrendik.
Yani Demirtaş, Türk, Zana AK Parti ile diyalog, çözüm süreci sinyalleri verirken, DEM Parti Diyarbakır’da Galip Ensarioğlu ile bile çözüm, barış konulu bir panelde yan yana durmak istemeyen sekter siyasetini sürdürüyordu.
Diyarbakır’ın neredeyse önde gelen bütün kanaat önderlerinin, STK başkanlarının, Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Ali Bayramoğlu, Vahap Çoşkun, Eren Keskin, Hakan Tahmaz, Arzu Yılmaz, Levent Korkut, Murat Çelikhan gibi isimlerin bulunduğu salona ise karamsarlık hakimdi.
Peki bu karamsarlığın sebebi doğrudan meselenin muhatabı olmak mıydı yoksa siyaseten iktidara öfke mi?
Her ikisi de.
Özellikle kayyumlar, bölgede ve bölge dışındaki Kürtlerin AK Parti’ye öfkesini artırıyor.
Mesele kayyumların şehirleri çok kötü yönetip yönetmediği de değil. Bazı kayyumlar gayet iyi işler de yapmış.
Ama uygulamanın kendisi haklı olarak Kürtlere ve demokratik haklarına saygısızlık olarak görülüyor.
Bu yerel seçimlerde de seçmenler kayyumlara karşı tepkilerini iktidara gösterebilecekleri bu büyük fırsatı kaçırmayacaklar.
DEM Parti’nin düşük profilli adayları ve onları belirleme tarzına tepki bile en fazla katılımı düşürebilir.
İstanbul’daki Kürtlerin en az yarısının gidip İmamoğlu’na oy verecek olmasının ana motivasyonu da bu.
Yoksa CHP, CHP Diyarbakır İl Başkanı’nı bile ikna etmekten uzak. Özellikle de 14 Mayıs’a doğru açılan büyük kredi, Ümit Özdağlı protokolle tükendikten, Burcu Köksal’da şüpheler doğrulandıktan sonra.
2028’e kadar Kürtlerin dertlerine çare olacak bir güç odağı olamayacak CHP ile işbirliği, elde edilen kazanımların buna değip değmediği de bu yüzden sorgulanıyor.
Özellikle daha dindar Kürtler ya da Kürt milliyetçileri; DEM’in CHP’ye desteğinin, Kürt hassasiyetinden ya da Kürtlerin çıkarlarını gözetmekten çok, DEM Parti ve Kandil içinde hakim bir grubun İslamcılık karşıtlıklarından ve laik hassasiyetlerinden kaynaklandığını düşünüyor.
AK Parti’nin MHP’yle ittifakı, kayyumlardan, tutuklu siyasetçilerin durumundan geri adım atacak gibi durmaması da eldeki seçenekleri azaltıyor.
Bu sıkışmışlık karamsarlığa neden oluyor.
Ayrıca bu sıkışmışlık içinden imkanlar, fırsatlar da görülemiyor.
O yüzden içinde mutlu ve haklı hissedilen eski diskur içinde dolaşmak, fırsatların ve zorlukların reel bir analizini yapmaya tercih ediliyor.
Meseleyi hala savaş, barış, çözüm süreci gibi kavramlarla konuşmak da o kolaycılıklardan biri.
Tam olarak neyi kastettiğimi salonda biraz yüzleri ekşiten beş dakikalık bir konuşmayla anlatmaya çalıştım.
Şöyle özetlenebilir;
İki günlük toplantıda neden kimse 2013’deki Çözüm Süreci’nin ana mottosunu bir kere bile dillendirmedi: Analar ağlamasın.
Bunu anlamak için 11 yıl geriye gidip Çözüm Süreci’nin neden başladığına biraz daha yakından bakmak gerek.
AK Parti iktidarı 2005 ile 2013 arasında en az üç kez ve ısrarla çözüm süreçlerini denedi.
Peki neden AK Parti iktidarı ısrarla bu denemeleri yaptı?
Kürtlerin ekstra oyuna ihtiyacı yoktu, zaten yeterince güçlüydü, bu adımı atmak siyaseten de riskliydi.
Bunun iç ve dış sebepleri olarak ilk akla gelenleri şöyle sıralayabiliriz;
AK Parti iktidarı ordu ile bir iktidar mücadelesi içindeydi. Sivilleşme, demokratikleşme adımları bu güç mücadelesinin bir parçasıydı. Kürt meselesi ahlaken, siyaseten fikren AK Parti iktidarının rejime, resmi ideolojiye ve orduya karşı elindeki güçlü bir argümandı.
AK Parti iktidarı içerisinde üst düzeylerde çok sayıda Kürt siyasetçi, bürokrat, entelektüel vardı. İslamcılar genel olarak Kürt meselesinde devletin çizgisi dışında Kürtlerle iyi ilişkilere sahipti. Kürt İslamcılığı her zaman güçlü oldu ve AK Parti, Milli Görüş çizgisine yakın durdu. Yani bu fikri lobi çözüm süreçlerinin konuşulmayan motivasyonları içindeydi.
Dünyada çözüm, barış, demokrasi, insan hakları değerlerinin yükseldiği bir dönemdi. Arap Baharı ile bizim bölgemizde de bu değerler büyük bir enerji yaratmıştı. Çözüm sürecini bitiren Suriye’deki savaşta Esad kaybetmek üzereydi.
Ama en önemlisi bunlar değildi.
En önemli neden şiddet, terör Türkiye’nin uzun süredir en büyük sorunuydu. Sürekli kayıplar veriliyor, şehit haberleri geliyor, terör saldırıları oluyordu. Bölgede olaylar bitmiyordu. Güvenlik ciddi bir sorundu.
Bütün anketlerde terör en önemli sorun olarak çıkıyordu. Hatta enflasyonu bile geçiyordu.
O yüzden ortada hayatını felç eden, çözülmesi zaruri bir sorun vardı. Analar ağlıyordu ve “analar ağlamasın” mottosu herkesi ikna edebiliyordu.
Ve son olarak bu işi yapabilecek Erdoğan gibi güçlü, halkı ikna edebilecek bir lider vardı.
Şimdi de 11 yıl sonraki Türkiye’ye bakalım;
AK Parti iktidarı artık bütün devlete, orduya hakim.
Arap Baharı yenildi, bölgede otoriter rejimler kazandı. Esad kazandı, PKK için Suriye’de 40 yıllık tarihinde ilk kez bir şehirde hakimiyet kurdu, kendine ait bir alanda iktidar oldu. Türkiye’deki çözüm, barış PKK’nın gündeminden düştü.
Bu arada Liberal demokrasi karşıtı rüzgar bütün dünyayı kapladı. En son Avrupa’nın en solundaki Portekiz’de bile aşırı sağ yüzde 20’lere dayandı.
Hala daha da güçlü olan Erdoğan tarafından yönetiliyoruz ve hala AK Parti’de sayıları ve etkileri azalsa da Kürt ve Kürt meselesine duyarlı isimler kritik yerlerde.
Çözüm sürecinin MİT müsteşarı Hakan Fidan Dışişleri Bakanı, Dolmabahçe fotoğrafındaki Efkan Ala AK Parti’nin iki numarası. Çözüm süreci ve demokrasi perspektifi olan bir entelektüel olan İbrahim Kalın MİT Başkanı, çözüm sürecine en yakın generallerden Yaşar Güler Savunma bakanı, Diyarbakır’ın yakın tarihindeki en Kürt dostu valilerden İçişleri Bakan yardımcısı Münir Karaloğlu İçişleri Bakan yardımcısı.
Ama en kritik faktör artık yok.
Terör artık Türkiye’de vatandaşların şikayet ettiği, anketlerde üst sıralarda çıkan bir sorun değil. Anketlerde terör mültecilerden hatta sokak köpeklerinden bile daha düşük düzeyde bir sorun olarak görülüyor.
Çünkü PKK Türkiye’de eylem yapamıyor. Savaş teknolojisi artık dağda gerillacılığa izin vermiyor.
Bu yüzden çözüm sürecinin ana sloganı olan “analar ağlamasın” sloganı bugün kimseyi etkilemiyor. Çatışmalar genelde sınır ötesinde Suriye’de, Irak’ta oluyor. Büyük kayıplar yaşanmıyor. Ordu profesyonel askerliğe geçtiği için, PKK’ya katılımlar Türkiye’den çok düştüğü, PKK Suriye katılımlı bir örgüt olarak devam ettiği için yaşanan ölümler toplumsal öfke krizlerine, travmalara neden olmuyor.
PKK devlet için hala bir mesele ama vatandaşlar için değil. Kürtler için de çok değil. Hakkari’nin dağ köylerinde bile yıllardır PKK’lılar görülmüyor.
Yani ortada çözülmesi acil bir mesele yok. Mevcut çatışmalar, şiddet, terör devlet için birlikte yaşanılabilir düzeyde. Türkler ve Kürtler için de şiddet, terör hayatı etkileyen, felç eden bir faktör olmaktan çıktı. Savaş olmadığı için barış kelimesi de boşa düşüyor. Çözüm sürecindeki gibi çözüm kendini bir ihtiyaç olarak hissettirmiyor.
Bu yüzden uzun bir süredir Türkiye’deki tartışmalardan PKK’dan değil, HDP’den, DEM Parti’den bahsediliyor. Tartışmalarda adından en çok bahsedilen, öfkenin muhatabı olan da Öcalan, Kandil’deki PKK’lılar değil Demirtaş.
Kandil’deki PKK komutanları sadece seçimlerle ilgili yaptıkları açıklamalarla gündem olabiliyorlar.
İşte tam da bu noktada görülmeyen bir fırsat var
Bugün Kürtlerin en büyük kozu ve gücü siyaset.
2015’den bu yana HDP, Yeşil Sol, DEM Parti Türkiye siyasetinin anahtar rolde, ittifak kurulması gereken partilerinden biri oldu.
Meclis’te MHP’den, İYİ Parti’den daha fazla milletvekilleri var.
14 Mayıs seçimlerinde muhalefet en kritik desteği aday çıkarmayan HDP’den aldı. Bu yerel seçimlerde de sonucu en çok belirleyecek olan DEM Parti’nin tavrı oldu.
Kayyum gibi çok sert bir uygulama olmasına rağmen siyaset sürüyor.
Seçimler var bütün Diyarbakır belki aylar sonra yerlerine kayyum atanacak adayların fotoğraflarıyla kaplı. Seçimi kazanmalarına kesin gözüyle bakılıyor.
Peki bu nasıl mümkün oldu?
Birinci faktör: demografik değişim.
Kürtlerin artan nüfusu onları siyaseten etkili hale getirdi.
Demirtaş gibi karizmatik bir siyasetçi de bu demografik gücü mobilize etmeyi, bir partiye kanalize etmeyi başardı.
Kürtler artık küstürülmemesi gereken, konuşurken dikkatli olunması gereken bir potansiyel müttefik.
O yüzden 90’larda devletin resmi politikası olan inkar-red politikaları artık siyaseten ayıplı.
Kürtçe yasakları yaşandığında iktidar çevrelerden hızlı yalanmalar geliyor. Burcu Köksal’ın konuşması üzerine CHP’den gelen seri yalanlamalar ortamın nasıl değiştiğini gösteriyor.
Bu ortamı sağlayan en önemli değişken başarısızlıkla biten çözüm süreci.
Çözüm sürecinde her şey en zirvede yaşandı ve konuşuldu ki çözüm süreci Türkiye’yi, Kürt siyasetini değiştirdi.
Kürt meselesini yaratan Dersim, 90’lar gibi referanslar artık ortak bir tarih bilincine dönüştü.
Böyle bir sorunun varlığını tartışmak marjinal bir görüş haline geldi.
Çözüm süreci meselenin savaşarak değil konuşarak çözülebileceğini gösterdi.
Eğer bu bir kere mümkünse bir daha insanları şiddete ikna etmek de zordur. Bunu anlamayan PKK hendeklerde intihar etti, Suriye sayesinde hayatta kaldı.
Ama bütün araştırmalar gösteriyor ki Kürtler açısından şiddet bir yol olmaktan çıktı.
PKK, Türkiye’deki Kürtleri Suriye gündemiyle, oradaki kazanımlarla heyecanlandırmaya çalışıyor. Ama bu yeni nesillerden örgüte katılım motivasyonu yaratmıyor.
Çünkü artık yerleşik, şehirleşen orta sınıflaşan bir Kürt nüfusu var ve herkesin kaybedecek çok fazla şeyi var.
Türkiye ile entegrasyon kültürel, ekonomik, sosyal olarak artıyor.
Bununla paralel olarak yapılan araştırmalarda Kürt milliyetçiliğinin de yükseldiği görülüyor. Ama hala Kürt milliyetçisi partiler çok zayıf, çünkü bu milliyetçilik siyasi değil kültürel bir milliyetçilik.
Kürtçe; kayyumlara karşı olmak ve Demirtaş’ın özgürlüğünün de önünde Kürt mücadelesinin en heyecanlı, insanları birleştiren, motive eden davası.
Ama bu yeni Kürt toplumsal gerçekliği siyaseten temsil edilmiyor, bu yeni, gerçeklik üzerine bir dil ve mücadele inşa edilmiyor.
“Yaşasın barış” sloganları da, çözüm süreci beklentileri de o yüzden boşlukta asılı kalıyor.
Kürt sorunu 80’lerde, 90’larda, hatta 2013’lerde hayatı felç eden, herkesi etkileyen bir meseleydi. Artık Kürt sorunu yok, Kürt gerçeği var.
O yüzden çözüm süreci, barış yok. DEM Parti, Demirtaş, Kürt seçmenler var.
Kürtler artık bir siyasi, demografik güç.
Ama bu gücün bir muhatabı, sahibi, temsilcisi yok.
DEM Parti, hala biz değil adaya ve dağa bakın diyor, muhatap olmayı, aktörleşmeyi reddediyor. Askeri olarak düşman olan iktidar, siyasetin de düşmanı olmak zorunda kalıyor.
Irak’ta PKK’ya karşı ittifaklar kuran bir iktidarla, Diyarbakır’da bir masada oturmak ayıplanıyor.
Bu da siyasetin imkanlarını öldürüyor.
Büyük demografik, siyasi gücün rasyonel ve efektif olarak kullanılmasını engelliyor.
DEM Partili siyasetçiler ve çevresindeki kanaat önderleri; 90’larda yaşıyormuşuz gibi sert bir inkar-asimilasyon-özel savaş terminolojisiyle ya da toplumdan kopuk bir woke sivil toplumculuk diliyle konuşuyor.
Değişen Kürt nüfusunun talepleri ve diliyle konuşmayı ideolojik zayıflık gibi görüyor. Eski sloganlar, fikri külliyata sığınıyor, hayatı da oraya çekmeye çalışıyor.
Ama hayat yine fikirlerin ve sloganların önünde koşuyor. Hayat arabayla ilerlerken fikirler, sloganlar, argümanlar at arabasıyla ona yetişmeye çalışıyor.
Bu da siyasetin gündemini ve dilini toplumdan koparıyor.
O yüzden her şeyin bir anda devlet tarafından verileceği bir çözüm süreci ve müzakere anı dışında bir talep ve siyaset geliştirilemiyor.
Aslında tuhaf biçimde bir taraftan devlete ateş püskürülürken, bir taraftan da inayeti bekleniyor.
Halbuki eldeki siyasi ve demografik güç doğru bir kanalda toplanabilirse, diyalog kanalları açılırsa kimsenin inayetine, barışa olan sevdasına ihtiyaç olmadan sorunları parça parça konuşmak, çeşitli meselelerde mücadele vermek, kazanımlar elde etmek mümkün.
Ama anlaşılan DEM Parti şu anki haliyle bu fikre çok uzak. Onlar başka bir alternatif evrende Ortadoğu’da aydınlanma ve özgürlük ateşini yaktıklarını düşünüyorlar.
Ama Demirtaş başta olmak üzere Leyla Zana ve Ahmet Türk gibi tecrübeli siyasetçiler bu siyasi gücü görüyor ve kullanmak istiyor. Ama onların rol çalması da istenmiyor.
Başak Demirtaş adaylığı çıkışı sonrası Demirtaş’ın gördüğü direnç ve tekrar girdiği sessizlik bunun son örneğiydi.
Karayılan’ın müjdesi muhtemelen siyaset, çözüm için hayırhah bir müjde olmayacak ama bakalım 21 Mart’ta Leyla Zana Newroz’da ne diyecek?