“Gönlümde açmadan solan bir gülsün, her zaman gamlıyım, her zaman üzgün”

“Toygun Öcal, ‘Bak Erdinç, adamlar bu binâyı aslında depo olarak inşâ ettiler, nedense sonra sinemaya çevirmek istediler. Bu yüzden kolonları kestiler ve beton kurumadan kat çıktılar. Korkarım bu binâ bir gün başımıza çökecek!’ demiş. Erdinç ağabeyimiz “Çayhane” filmini 24 Ocak 1959 günü 14.15 seansında seyretmiş, Toygun Öcal ise kardeşlerini 21.00 seansına götürmüş. Binâ 22.15’ten az önce çökünce, arkadaşlarını uyaran Toygun Öcal’ın ve kardeşlerinin de aralarında olduğu otuz yedi kişi maalesef cân vermiş.”

smanlı devrinde İstanbul’un Anadolu yakasındaki hudûdu olan Bostancı’dan ileriye gideceğim ama aklıma Yaşar Usta’nın dondurması takılmaz mı, gerisin geriye, Ali Nihat Tarlan Caddesi’ne döndüm. Ben Yaşar Çarlı’yı semt-i dildârımın Kasaplar Çarşısı’ndaki dondurmacı Hıfzı Yorgun’un çırağı olduğu günlerden bilirim, ‘62 yılında Arnavut’un yanına girmiş, ‘82 yazındaysa Cevahirci Sokak ile Sırmakeş Sokak arasındaki alt köşede kendi tezgâhını açmıştı. Yaşar Usta’nın asıl müşterisi kedimiz Musti’ydi, onu “Edebiyatın Kadıköyü” isimli kitabımın “Kavunlu Dondurma Seven Kedi” bölümünde yazdım. Semt-i dildârımızın Yaşar Ustası sonradan tıpkı Moda Caddesi’ndeki Ali Usta gibi şöhret oldu, paraya para demedi, ancak paranın eski lezzetleri de bozduğuna inandığımdan, sadece tadımlık tek top aldım ve Küçükyalı’ya doğru yürüdüm. 63’ün orada içim yine cız etti, semtin çarşısına vardığımdaysa aklıma Neşe Sineması geldi, fâcianın kurbanlarından Toygun Öcal meğerse Erdinç Akkuş ağabeyimizin mahalleden arkadaşıymış. Bir gün trenden inip evlerine dönerlerken, Toygun Öcal, “Bak Erdinç, adamlar bu binâyı aslında depo olarak inşâ ettiler, nedense sonra sinemaya çevirmek istedikler. Bu yüzden kolonları kestiler ve beton kurumadan kat çıktılar. Korkarım bu binâ bir gün başımıza çökecek!” demiş. Erdinç ağabeyimiz “Çayhane” filmini 24 Ocak 1959 günü 14.15 seansında seyretmiş, Toygun Öcal ise kardeşlerini 21.00 seansına götürmüş. Binâ 22.15’ten az önce çökünce, arkadaşlarını uyaran Toygun Öcal’ın ve kardeşlerinin de aralarında olduğu otuz yedi kişi maalesef cân vermiş. Çöken binânın mal sâhibi Hakkı Gündüz içinse, A. Mehmet Üçışık çok değerli bilgiler verdi. Vaktiyle annesinden Hakkı Gündüz’ün Kasaplar Çarşısı’nın esnâfından olduğunu ve semtte “Sucukçu Hakkı” olarak bilindiğini duymuş.

***

Yoruldum, ekmek arası ızgara köfteyi yol üstündeki “Üstat” isimli küçük bir mekânda mideye indirdikten sonra İdealtepe durağından 17 hat numaralı belediye otobüsüne binip, Kartal’a gitmeye karar verdim. Oradan da Yakacık’a çıkacağım. ‘70 başlarında Yakacık’a yağlı güreşleri seyretmeye belediyenin Bussing otobüsleriyle giderdim, onlar sanırım ‘59’da alınmıştı, lise yıllarımdaysa Kartal’dan Yakacık’a yarım burunlu Ford minibüsleri çalışmaya başlamıştı. Ben ‘57 doğumluyum, çocukluğu ve gençliği Yakacık’ta geçen İhsan Köse hocamız ise ‘49 doğumlu, Kartal’dan Yakacık’a Ford’un ‘27 ile ‘32 arasında üretilen “A” modellerinin kalkışını eskilerden dinlemiş. Onlara “Bas bir, kaldır iki” dendiğini de biliyor. Tren köprüsünün altından geçip Mandıra’ya kadar sağlı sollu bostanların arasından yokuş yukarı ilerleyen siyah Fordlar, Mandıra’dan Ebü’l Hüdâ’nın köşküne kadar da önce zeytinliklerde, peşinden de üzüm bağlarında yol alırlarmış. Köşk mahalli ile Hayrat Kuyusu arasında vites atıp kontak kapatan devrin bitirim şoförlerinin, Beş Serviler’de başlayan yokuşu kan ter içinde tırmandıklarıysa muhakkaktır.

***

Yokuş da yokuş hani, soldaki ilk köşke, yani köylülerin “İngiliz Köşkü” dedikleri köşke İhsan Köse dahi yetişememiş, çünkü onun yerine ‘36 yılında Yakacık Verem Sanatoryumu dikilmiştir. “İngiliz Köşkü” aslında kapitülasyon seçkinlerinden Avukat Henry E. Pears’ındı. Adamcağız oraya üç binden fazla çam dikmiş. Köşk ve arâzîsi Birinci Dünya Savaşı yıllarında istimlâk edilip, ihtiyat zâbit nâmzetleri talimgâhı olarak kullanıldı. Köşkün bir İngiliz sefirine ait olduğu ve arâzîsinin sanatoryum yapılması koşuluyla bağışlandığına dâir hikâye ise baştan sona palavradır. Neyse, beni ‘38’de sanatoryumun 5 numaralı odasında yirmi yedi yaşındaki Rıfat Ilgaz’ın yatması Pears ailesinden daha fazla ilgilendiriyor, hemen hemen aynı yıllarda tiyatro ve sinema oyuncusu Melek Kobra da oradadır. Ancak, Muhlis Sabahattin’in kokain bağımlısı monden kızı ve Ferdi Tayfur’un sâbık flörtöz karısı Yakacık’ı sevemeyecektir. Oysa, Mahmut Yesari vaktiyle askerliğini yaptığı köye bayılıyordu. Sanatoryumda kalırken “Yakacık Mektupları” isminde edebiyatımızın en güzel eserlerinden birini yazdı, maalesef son nefesini de 16 Ağustos 1945 günü Pears ailesinden kalan çamların arasında vermiştir. Henry E. Pears’ınkinin yanında Enis Akaygen’in köşkü, bir ara Yasemin Kumral’ın mülkiyetindeydi. Az üstte Jack Harunaçi’nin, onun karşı sırasındaysa Abbas Paşa’nın köşkleri. Çarşıya vardık, ben ‘70 başlarındaki güreşler esnâsında merhûm Manisalı Rıfat Pehlivan’ı birkaç defa Çınaraltı’nda görmüştüm, bildiğiniz gibi ‘27’de Kırkpınar’da başı kazanmıştı, Sındırgılı Şerif Gacaroğlu’nun da ustasıydı. Eskiden her semt futbol takımıyla bilinirdi, Yakacık ise güreşçileriyle. Örneğin, “Greko Romen” stilinin efsânelerinden Fethi Satıcı doğma büyüme Yakacıklıdır, belki anımsayanlar çıkacaktır, kafakol, tek kol ve supleks ustasıydı. Ayrıca, ‘50’li yıllarda güreş millî takımımızın da köydeki Nimet Pansiyon’da kamp yaptığını eski gazetelerden okumuştum.

***

Aradan onca yıl geçmesine rağmen Yakacık meydanındaki yağlı güreş başlamadan önceki ritüeli daha dünmüş gibi anımsıyorum: Cazgır, güreşmek için soyunmuş pehlivanları sıraya dizince, meydan sessizleşir ve eşlenen pehlivanlar kıbleye yüzlerini dönerek kolları çaprazlama olduğu hâlde el ele tutuşarak dualarını okurlardı. Dua esnâsında pehlivanların sağ el sağ elle, sol el sol elle olmak üzere birbirlerinin ellerini tutmasıysa, “Sen bana kardeşten ilerisin, bir mukaddes uğraşta, savaşı misâlleştiren güreşte, şehitlik yolunda kader arkadaşımsın. Bizler, yağlı güreşin doğmasına vesile olan alperenler gibiyiz, onların günümüzdeki temsilcileriyiz” anlamına geliyordu. Pehlivanların, el ele tutuşup kıbleye karşı durduklarını gören Cazgır duasına başlıyor ve duasını da “Allah Allah, Muhammedün Resûlullah” sözleriyle bitiriyordu. Bu da, güreşin, Allah ve vatan için yapılan savaşa misâl olduğunu anımsatmaktaydı. Cazgır, “Hazret-i Muhammed Mustafa’ya salâvât” deyince, pehlivanlar, sağ ellerini kalbleri üzerine koyarak salâvât getirirlerdi. Bu hareketse onların güreşte ve savaşta Hazret-i Muhammed’in yolunda olduklarını ifâde ediyordu. Bundan sonra ağır ağır yürüyerek meydanın tam ortasına gelen Cazgır, eşleştirdiği pehlivanları yanına çağırır ve onların yönlerini yine kıbleye çevirirdi. Elini her ikisinin sırtlarına vurarak rükuya varır gibi eğilir ve pehlivanlara ellerini diz kapaklarına koymalarını söylerdi. Pehlivanların arkalarından sağ elini sağdakinin sırtına, sol elini de soldakinin sırtına vurup, onları er meydanına salınca şenlik başlardı. Yakacık’taki yağlı güreşlerin bende birkaç afişi vardı, onları Fehmi Yaşar’a “Pehlivan” filminin senaryosunu Kalamış’taki Köhne’de yazarken hediye etmiştim. Bir defasında da, sanırım ‘83 yazındaydı, onunla Ümraniye taraflarına yağlı güreş seyretmeye gitmiştik.

***

Yakacık’ta artık davul zurna ve Cazgır sesleri kalmadı, ama eski semt-i dildârımız birkaç yıldır benim için Hikmet Şevki olup çıktı, her yerde onun izlerini arıyorum, maalesef yok. Topçu Şevki Paşa’nın mahdûmuymuş diyorum, bana avara kasnak işlediğimi imâ eder şekilde bakıyorlar. Merhûmun vâlidesinin ve hemşiresinin en geç ‘20’li yıllardan itibâren Yakacık’ta ikamet ettiklerini, hatta hemşiresinin ‘30’da Celâl isminde birinin nikâhında olduğunu tesbit ettiğimi belirttiğimdeyse, balon uçuran fazlalaşıyor. Yediden yetmişe herkes bir şeyler anımsar pozunda olmasına rağmen Hikmet Şevki’yi bilen çıkmıyor. Oysa, üstadın “Pembe Yuva” isimli aşk ve his romanın mekânı Yakacık’tır. Hikmet Şevki, Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nden sonra, tahminen 1895 ile 1897 arasında doğmuştur, muallimlik ve muharrirlik yapıyor, en son Ankara’da Hakimiyet-i Milliye gazetesinin mes’ul müdürü ve tahrir müdür muâviniydi. Verem hastası olduğu hâlde, Aka Gündüz’den onun gece yaşamına pek düşkün olduğunu öğreniyoruz. Bizimki sanki biraz şıngırdak kadınlara düşkün gibidir, vefâtı da maalesef kendisini halka arz etmiş Saime yüzünden olacaktır, çünkü Tabarin Bar’ın gülü Saime “yeni kocası” Hikmet Şevki’yi Lozan Palas’tan çıkarıp Bent Deresi’ne getirmiştir. Ancak, Saime evinde yalnız değildir, anası biri beş diğeri üç yaşındaki çocuklarına bakarken, epey önce sırra kadem basmış olan kocası Cemal de ortaya çıkmıştır. Boynuzları uzamış zavallı bir gün nikâhlı karısının Hikmet Şevki’nin koynuna girdiğini öğrenir, rakının etkisiyle de hemen ayranı kabarır, Koyunpazarı’ndaki bıçakçı Mustafa’dan iki yüz elli kuruşa ucu sivri bir kama, silâhçı Hakkı’dan da on iki liraya Smith Wesson tabanca satın alıp, Bent Deresi’nin yolunu tutar. Cemal, 28 Nisan 1930 sabahı saat 06.00’ya doğru Hikmet Şevki’yi ve Saime’yi vurup öldürür, hırsını alamaz, ikisinin cesetlerini bir de kurbanlık koyun gibi doğrar. Olayın ayrıntılarını “Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler” isimli kitabımda verdim, merâk edenler oradan okuyabilir. Hikmet Şevki’nin son üç dört yılını biliyoruz da, maalesef öncesi şimdilik kayıp.

***

Kartal’a, oradan da Suâdiye’ye döneceğim, eski Yakacık’ı ‘76 yapımı “Hasip ile Nasip” filminden görmek istiyorum, daha öncesine de ‘57 yapımı “Yosmanın Kızı” filminden bakarım, çünkü artık orada filmlere ve romanlara konu olacak aşklar da kalmamış. Oysa, 1 Ağustos 1941 günlü Son Telgraf gazetesinden R. Sabit “Yakacık, ümitsiz aşkların tedavi yeridir” diye yazmıştı, bunu da oraya gelenlerin çoğunun aşk yüzünden ince hastalığa yakalandığını düşündüğünden söylüyordu. Ama, halkın veremlilerden ve sanatoryumdan hiç hoşlanmadığı, köyün hakikatiydi. 25 Ağustos 1946 günlü Akşam gazetesinden Yakacıklıların “Sanatoryum veremi köye soktu” diye nasıl dert yandığını okuyabilirsiniz. Faruk Duman’ın “Ayazma Kahvesi Âşıkları” romanıysa, ağlaklara mahsûs kaybettiğimiz Kerime Nadir ve Yeşilçam duyarlılığındadır, sanki “Senede Bir Gün” telmihi. Ayazma’daki çay bahçesini Tengizler ‘33 yılında Millî Emlâk’tan kiralayarak açmıştı, ondan önce İsmail Ağa’nın kır kahvesiymiş, biraz daha geriye gidinceyse, mahallin maşatlık olduğu söyleniyor. Yan bahçelerde, çınar, ıhlamur ve meşe ağaçları varken, Tengizlerin mekânını asırlık servilerin gölgelendirmesiyse ilginçtir, muhtemelen de hepsi eski maşatlıktan kalmaydılar. Ayazma’da “Senede Bir Gün” hissi yaşamışken, Zeki Müren’in billûr sesinden gençliğimizin Hicâz şarkısını dinlemeden Yakacık’tan ayrılmak olmaz: “Ağarsın saçlarım, solsun yanağım / Adını anmaktan yansın dudağım / Bu aşka cânımı adayacağım, yeter ki gel bana / Senede bir gün, senede bir gün”.

***

Çıkışta sizleri de hayaletlerin karşılayacağından eminim, kara çerçeveli ve şişe dibi camlı gözlüğünün ardından muzipçe bakan Şükrü Amca, kafasında Arnavut tipi beresiyle koşuşturan Hasan Amca, kapıdaki alçak duvarın önünde “leblebi çekirdek, taziiii!” diye bağıran Muhittin Amca, mekânları Cennet makamları âli olsun. Şâyet darbukacı Necmi’ye veya kemençeci Âşık Nuri’ye yakalanırsanız da, yandınız. Akşama iki “Aspirin” atmak istemiyorsanız, Âşık Nuri’nin şapkasına biraz para atıp, oradan alabula kuşu yemiş domuz gibi gidin. Ama, yanınızda kırık kalp iksiriniz varsa, Feridun Bey’in veya Murtaza Bey’in villalarına gelmeden, onun fiyonklu ifâde veren şarap kırmızısı sükker efşan dudaklarını tatmayı unutmayın. Yoksa, İbrahim Şâhidî, Şemsi Paşa, Erzurumlu Zihnî, Remzî, Kalkandelenli Mu’îdî veya Prizrenli Şem’î size darılır, haksız da sayılmazlar, çünkü “pâlûde-i leb” şekerden daha lezizdir...

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum