Ölüm Allah’ın emri
“Miskîn âdem oğlanı nefse zebûn olmışdur
Hayvân cânâvâr gibi otlamağa kalmışdur
Hergiz ölümin sanmaz ölesi günin anmaz
Bu dünyâdan usanmaz gaflet ögin almışdur
Oğlanlar öğüt almaz yiğitler tevbe kılmaz
Kocalar tâ‘at kılmaz sarp rûzigâr olmışdur
Beyler azdı yolından bilmez yoksul hâlinden
Çıkdı rahmet gölinden nefs göline talmışdur
Yûnus sözi ‘âlimden zinhâr olman zâlimden
Korka durun ölümden cümle togan ölmişdür
İzlediğim bir animasyon filminin çok ilginç bir kurgusu vardı. Filmde bu dünyadan ayrılan ruhların resimleri ve hatıraları dünyada onları hatırlayanlar olduğu sürece varlıklarını sürdürüyor, sonra yok oluyorlardı.
Çocukluğumdan beri mezarlıklarla aramda ilginç bir çekim gücü var. Pek çoklarının aksine, mezarlıklar içime huzur doldurur ve dönüp dolaşacağımız yeri bana hatırlatır. Ne zaman çok daralsam bir kabristana gitmek ve orada gelmiş geçmişler için bir Fatiha okumak beni rahatlatır. Bir tarafta şatafatlı ve bakımlı mezarlar, diğer tarafta üstlerinde yaban otları bitmiş bakımsızlıktan devrilmiş mezar taşları ve çökmüş duvarlar insana çok şey anlatır…
Bu ilgim sanırım Yunus Emre’den kalma. Orta ve lise yıllarında Yunus Emre’ye karşı çok büyük bir merakım vardı ve onun ölümle ilgili şiirleri de beni derinden etkilemişti. İçine doğduğum inancın da sanırım etkisi büyük, ölümün temizlik olarak görüldüğü ve güzel ölümden sıklıkla bahsedildiği bir ailede büyüdüm.
“Hîç bilmezem kezek kimün aramuzda gezer ölüm
‘Âlemi bostân eylemiş râyihanın keser ölüm
Alur yiğidi çağında bülbüli ötmez bağında
Kimse komaz ocağında yiğitleri alur ölüm”
Rahmetli Anneannem ölümden çok korkar ve ne zaman dalıp gitse ve irkilse “aklımdasın” derdi. Bizde ona “aklında olan ne ebe!” diye takılırdık. Hep şöyle dua ederdi “Allah’ım beni üç gün yatır, çoluğumu çocuğumu başıma topla, ele avuca düşürmeden canımı al!” Duası kabul oldu sanırım ki dediği gibi de vefat etti.
Miskîn Yûnus bilmez misin
Yoksa nazar kılmaz mısın
Ölenleri anmaz mısın
Âh n'ideyin ‘ömrüm seni”
Geçmişlerden bahsetmek, sanki onlar aramızda imişler de birazdan kapıyı itip içeri gireceklermiş gibi sohbet etmek adettendi. Belki de bu nedenle ölümünün üstünden 30 yıldan fazla zaman geçse de küçük teyzemi sanki hep evin bir köşesinde oturur ve gülerken hatırlarım. Kamber Dedemin sesi ise hala kulaklarımda...
“Ko ölmek endîşesin ‘âşık ölmez bâkîdür
Ölmek senün nen ola çün cânun İlâhîdür
Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın
Çün kim işe yararsın bu söz fâsid da'vîdür”
Bu hafta babamın yalan dünyayı terk edişinin ikinci senesi. Ne tesadüf ki, tam da vefat saatinde telefonum çaldı. Arayan babamın eski bir dostu idi ve yaşlılık babamın aramızdan ayrılışını kendisine unutturmuştu. Babamdan biraz bahsedip, hâl hatır ettikten sonra hakkını helal etti ve dua ile telefonu kapattı.
Koca Yunus boşuna dememiş:
“Ten fânîdür cân ölmez çün gitdi girü gelmez
Ölür ise ten ölür cânlar ölesi degül”
Bir Çukurova türküsünde ölümün yarası ve çaresizliği ne de güzel ifade bulur kendine:
“Yüce dağlar olmasaydı laleleri solmasaydı
Ölüm Allah’ın emri de şu ayrılık olmasaydı” diyerek.
Cümle geçmişlerimize rahmet diyerek sözü Orhan Veli’nin ‘Kitabe-i Seng-i Mezar’ı ile noktalayalım:
I
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah'ın adını,
Günahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
II
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duysalar öldüğünü alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince...
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
III
Tüfeğini deppoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir ruzigar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısıyla:
"Ölüm Allah'ın emri,
“Ayrılık olmasaydı."