Korumacılık geri mi geliyor?
Son yıllarda Dünya ekonomisinde, özellikle uluslararası ticarette, ekonomisi güçlü ülkeler arasında adı konulmamış bir savaş yaşanıyor. ABD’nin Çin başta olmak üzere, Türkiye de dahil birçok ülkeye gümrük tarifelerini yükseltmesi, korumacı vergiler uygulaması bunu en tipik örneği. Ayrıca AB ve ABD finansal otoritelerinin birbirlerinin şirketlerine kestiği cezalar da bunun cabası. AB komisyonu daha 2017’de Google’a 2,4 milyar avro, Amazon’a ise 250 milyon avro yaptırım uyguladı. Ve daha dün ABD, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bazı ülkeleri gümrük avantajları sağlayan Genelleştirilmiş Tercihler Sistemi (GTS) Programı'ndan çıkardığını ilan etti. (ABD buna gerekçe olarak, Türkiye ekonomisi artık gelişti, buna ihtiyacı yok dedi ama bizce konu o kadar basit değil)
Tüm bunlara baktığımız zaman Dünya’da 1970’lerden beri süre gelen, serbest piyasanın daha doğrusu piyasanın serbestisinin tartışılmaz, dokunulmaz statüsünün değişmeye başladığını görüyoruz. Piyasa ve sermaye aktörlerinin şu anki konumuna nasıl geldiklerini anlamak için önce iki ünlü iktisatçıyı incelememiz gerekir. Bunlardan biri John Maynard Keynes (ö. 1946) diğeri ise Milton Friedman (ö. 2006)
Keynes, Birinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik buhran dönemlerinde oldukça radikal fikirleri ile öne çıkmıştı. O zamana kadarki liberal ve serbest piyasacı görüşleri eleştirmiş ve devletin korumacı, müdahaleci ekonomik politikalar izleyerek istihdamı ve iktisadi hacmi artırmasını istemişti. Keynes’e göre istihdam seviyesi fiili ve toplam talebe bağlıdır. Ücretler düşse, işsizlik artarsa talep de düşer. Talep düşünce yatırımcılar yatırım yapmakta vazgeçer, bu da hem işsizliği hem de ekonomik sıkıntıları tetikler. Bu nedenle devlet gerekirse kamu yatırımcılığını da kullanarak istihdam, yatırım ve talep oluşturmalıdır.
Keynesçi tezleri bu şekilde, yani devletin faal bir ekonomik aktör olması ile açıklayabiliriz. Keynesçilik, 1930’lardan 1970’lere kadar Dünya’da özellikle de Avrupa’da genel geçer bir iktisadi siyaset oluşmuştur. Keynesçi siyaset o kadar etkili olmuştur ki İngiliz muhafazakâr partisi bile bu devletçi-sol çizgiyi kısmen benimsemiştir. Keynes, kapitalizme özünde karşı olmamakla birlikte onun bazı eksikliklerini de görmüş ve bunları -siyasi değil- iktisadi yöntemlerle düzeltmek istemiştir.
Keynesçi fikirlerin hükümranlığı ise 1970’lerde ikinci bir iktisatçının Milton Friedman’ın teorileri ile sarsılmıştır. Chicago Üniversitesi ekonomi profesörlerinden Friedman’ın başını çektiği bir grup iktisatçı Keynes’e ters bir fikir ile kapitalist ekonominin kendi kendini düzenleme yeteneği olduğunu, mantıklı, seçici ekonomik insan modelinin (homo economicus) kendi çıkarına en uygun olanı bulacağına inanıyordular. Onlara göre piyasalardaki serbesti artıkça rekabet de artacak ve bu rekabet hem tüketici hem de üretici ve daha sistemdeki tüm aktörler için olumlu olacaktı. Bunların gerçekleşebilmesi için de Friedman ekolü piyasalar için ciddi bir de-regülasyon, yani kurallardan arındırma önermişti. Devletin ekonomik büyümesi durdurulmalı, devlet sadece piyasaya belli başlı ana konularda kural koyan aktör haline gelmeli idi. Öyle ki Friedman ekolü işe alım süreçlerinden, kiracıyı koruyan kanunlara kadar ekonomiye müdahale eden birçok mevzuata itiraz etti.
Friedman bu görüşleri ile 1976 Nobel ödülüne layık görüldü. Kendisinin başına çektiği politikalar İngiltere’de “demir lady” Thatcher, ABD’de Reagan, Türkiye’de 24 Ocak kararları ile uygulamaya koyuldu. Tabii ki başka ülkeler de bunu izlediler. Bir zamanlar Muhafazakâr Parti’yi Keynesçi çizgiye çekmiş olan ingiliz İşçi Partisi bile Tony Blair döneminde bu Friedmancı rüzgara kapıldı.
Ancak Dünya’da son 30 yıldan bu yana yaşanan krizler Friedman ekolü politikalara dair soru işaretlerini artırmıştır. Ekim 1987 ABD’de kara pazartesi borsa çöküşü, 1990’larda Japonya’da durgunluk, 1997 Asya-Rusya krizi, 2000’de Arjantin’in çökmesi, yine aynı sene dot.com balonunun patlaması, 2001 Türkiye krizi ve en sonunda 2008 Lehman Brothers’ın iflası ile doruğa çıkan ipoteğe dayalı menkul kıymetlerin hızla değer kaybetmesi krizi. Bu son kriz çok kısa sürede doruğa ulaşmış, Dünya’da ekonomik, siyasi etkileri olmuş, hatta filmlere belgesellere bile konu olmuştur. İlgilenen okurlarımız için Inside Job ve Capitalism, A Love Story adlı yapımları öneririz. 2008 krizi için ünlü yazar Tom Wolfe “bildiğimiz anlamda kapitalizmin sonuna şahitlik ediyoruz” bile demişti. Krizler bununla da kalmadı. 2015’te Yunanistan, bugünlerde ise İtalya mevcut ekonomik sistemlerinin iflasını ilan etmek zorunda kaldılar.
Yazının başında bahsettiğimiz vergi-gümrük savaşlarına işte bir de bu Keynes-Friedman ekollerinin gözünden de bakmamız lazım. Olay sadece büyük ülkelerin bu yeni ekonomik düzende kendilerini korumaya çalışmalarından ibaret değil. Serbest piyasa ekonomisinin dokunulmaz miti olan piyasa neylerse güzel eyler, piyasanın talepleri her zaman meşrudur vb aşırı de-regule ekonomi modelinin artık bu şekilde devam etmeyeceğini düşünmekteyiz.
Ülkemizde de son yılların ekonomik durgunluğu ile Merkez Bankası’na yönelik siyasi baskılara, özel marketlere alternatif tanzim satışlarından tutun da IMF ile olası bir anlaşmanın ağza bile alınamaması, üretim ve tüketimde yeri ve milli’liğin giderek daha sıkı vurgulanması bu gidişatın bize olan etkisidir. Bütün bunları eleştirmek için yazmıyoruz; bu, sadece Türkiye’ye has bir durum değildir. Başkan Trump da seçildiğinde “Buy american, hire american” (Amerikan olanı satın alın, Amerikalıyı işe alın) şeklinde devlet kurumlara talimat veren bir kararname bile imzalamıştı. Bir zamanların yerli malı haftasını düşünün, o yaklaşım Dünya kapitalizminin en ileri ülkesinde resmi olarak uygulamaya konuyor…
Özetlemek gerekirse Dünya’da son kırk yılda uygulanagelmiş iktisadi politikaların gözden geçirildiği ve hatta bazılarının tamamen yürürlükten kaldırılacağı bir döneme giriyoruz. Bunun ülkemize de etkileri olacaktır.
Bir de küresel çapta büyük aktörler arasında bir para birimleri gerilimi var ki çözüme kavuşmazsa sistemi çok fena sallayacağa benzemekte. Onu da bir sonraki yazımızda inceleyeceğiz.