‘Sünneti ihya ve bid‘ati imha’
İslam’ın Kur’ân-ı Kerîm’den sonra ikinci bağlayıcı kaynağı Sünnet’tir ve bu gayet doğrudur. Peygamber Efendimiz, “Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir” buyurmuşlardır. Çünkü biz Kur’an’da yer almayan veya ayrıntısı verilmeyen dinî bilgi ve uygulamaları Peygamberimizden, daha doğrusu onu bizzat görüp izleyen Sahâbesinin aktarımlarından öğreniyoruz.
Ama bu bağlayıcı sünnet kavramının içeriği nedir? Bu sorunun hem doğru ve hem de uygulanabilir cevabı şu olmalıdır: “Bağlayıcı niteliğiyle Sünnet; itikad esasları, ibadet usulleri ve ahlak ilkelerini içerir.” İslam’ın her zamanda ve her toplumda yaşanabilir olması Sünnet’i böyle anlamamızı gerektirir.
Fakat İslam’ın ikinci asrından itibaren, başta “Ashâbu’l-hadîs” olmak üzere, Müslüman alimlerin baskın kesimi, dinî-dünyevî ayırımı yapmadan, Hz. Peygamber’in ve Sahâbenin her türlü söz ve fiillerini ‘bağlayıcı Sünnet’ olarak anladı ve anlattı. Sünnet kavramına bu genişlikte bir anlam yüklenmesi, siyasal ve dinî-mezhepsel ayrışmaların da hem sebeplerinden hem sonuçlarından biri oldu.
Peygamberimiz iman, ibadet ve ahlakın değişmez ilkelerine dayalı dinamik bir dönüşüm ve yenileşme hareketi başlatmıştı; Onun anayol Sünneti buydu. Fakat Sahâbe döneminden sonra dünya işlerini de statik sünnet içinde toplayan manasıyla Medine merkezli gelenek (amel-i ehl-i Medine) zihinlere ve hayata hâkim oldu; “Sünneti yaşatma, bid‘ati öldürme” (ihyâu’s-Sünne ve imâtetü’l-bid‘a) adı altında giderek yoğunluğu ve baskısı artan bir atmosfere girildi. Artık Müslüman zihinlerde genel bir kural olarak “eskiyi/Selef’i taklit” anlamında Sünnet iyi; “yeni görüş (re’y), yeni şeyler icat etme” anlamında bid‘at kötüdür (icat çıkarma!). Ashâbu’l-hadîs’in Ebû Hanîfe’ye duyduğu öfkenin sebebi ‘görüş sahibi’ (sahibü’r-re’y) olmasıdır. Bu anlayış o kadar yerleşmiştir ki, Müslüman dünyanın asırlarına mal olan geriliklere rağmen bugün bile bu iki kavramın yeniden düşünülmesinin sözü dahi edilemiyor.
Kaynaklarda Sünnet’e bağlılık örneği diye anlatılır: İslam’ın ikinci yüzyılında bir alim, eşinin siparişini unutmamak için parmağına iplik bağlamış; sonra bu yaptığının bid‘at olmasından korkmuş. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın da böyle yaptığını öğrenince, onu bid‘atçı olmaktan koruduğu için Allah’a şükretmiş.
Dünyanın durağan hayatlar yaşadığı asırlarda bu anlayışın maliyeti fark edilmedi. Ama Batı toplumlarında 16. yüzyılda başlayan değişim ve yenileşmeler karşısında Müslüman dünya bu durağanlığın bedelini ödemeye başladı. Bunun önemli sebeplerinden biri de ‘Sünnet’e bizi İslam’ın birinci asrına kilitleyen anlamlar yüklenmesi, bid‘at (yenilik) kavramının da herkesin, üzerine yapıştırılmasından korktuğu karalayıcı bir yafta haline getirilmesiydi. Gözü 1400 yıl geride olan bir toplumun ileriyi görmesi, Allah tarafından kurulmuş bulunan eşyanın düzenine aykırıdır.
Önce geri kalmışlığın acısını ilk hisseden bazı Müslüman devlet sorumluları, sonra da derdi olan az sayıdaki cesur ilim ve düşünce adamları –“reformist, modernist, bid‘atçi” gibi yaftalamaları göze alarak- hayatın fikrî, bilimsel, hukuki, maddi vb. alanlarında bir değişim ve yenileşme arayışına giriştiler.
Fakat onların ıslah, ihya gibi kavramlarla ifade edilen arayışları başarısız oldu. Kanaatimce bunun iki sebebi vardı: İlk olarak, onlar bu kavramları, “tarihte İslam’a sonradan eklenmiş olan anlayış ve uygulamaları ayıklayarak Peygamber ve Sahâbe Sünnetine dönmek” anlamında kullanıyorlardı. Fakat asırlar boyunca din içinde oluşan yeni düşünce, inanç ve uygulamalar (mesela tasavvuf), o kadar tekrar edilip benimsenmiştir ki, artık onlar da birer sünnet, yani yaşatılması gereken dinî düşünce ve uygulamalar olmuş; onları terk etme anlamına gelen ıslah ve ihya hareketleri de birer bid‘at olarak görülmüş, gösterilmiştir. Nitekim bütün tarikat silsileleri Hz. Ebûbekir, Hz. Ali ve diğer Sahâbîlerden birine, oradan da Hz. Peygamber’e bağlanarak meşruiyetlerini yine Sünnet’ten aldılar.
“Dini yeniden Peygamber ve Sahâbe saflığına döndürme” anlamındaki ıslah ve ihya teşebbüslerinin başarılı olamamasının ikinci sebebi ise, bu düşüncenin bizzat kendisinin yeni zamanlarda gerçekçi ve uygulanabilir olmamasıdır. Çünkü zaman ve şartlar, onlara bağlı pratikleri de değiştirmektedir. Mesela eski yüzyılların hukuk ve ahlak telakkileri, ihtiyaçları, kültürel vb. şartları bakımından normal olan kölelik, çok eşlilik, fiziki cezalar gibi uygulamaların yeni şartlar, telakkiler ve ihtiyaçlar ortamında kabul görmesi ve uygulanması mümkün olmamaktadır.
Nitekim bu imkânsızlık sebebiyle toplumları Peygamber ve Sahâbe sünnetine döndürmekte ısrarlı olan Selefî gruplar, bunu başarmak için şiddete başvurmak zorunda kalmaktadırlar. Fakat şiddet yöntemi de başarı getirmiyor; çünkü zaten kavganın sebebi, kavga edenlerin geri kalmışlığıdır.
İslam’dan sapmadan sorunu çözmenin elbette yolu var. Onu başka bir yazımda toparlayacağım.