Özgürlük üzerine
Benim kendi kusurlarımı görmem ve kabul etmem, kendimi küçük gördüğüm anlamına gelmez. Aksine bu, kendimi mükemmelleştirme yolunda bende hem bir sorumluluk hem de bir özgürlük bilinci bulunduğunu gösterir.
Bu söylenenler, birey için olduğu gibi toplum için de böyledir; maddi alanlar hakkında da manevi, entelektüel ve ahlâkî alanlar hakkında da böyledir. Bireysel düzeyde de toplumsal düzeyde de her türlü müspet gelişmenin ve mükemmele doğru ilerlemenin yolu, kişilerin ve grupların kendi kusurlarını dürüstçe görüp kabul etmekten ve bu suretle iç özgürlüğünü kazanmaktan başlar.
Aklını ve ahlakını kibir, öfke, kin, düşmanlık yahut mal-mülk, makam-mevki hırsı gibi komplekslerine ya da kendi dışındaki efendilerine, liderlerine veya başka otoritelere esir eden bireyler ve toplumlar, kusurlarının üzerine tutulan ve onları görmelerini sağlayan özgürlük ışığından yoksun kalmışlardır. Onun için de böylesi bireyler ve toplumlar serbestçe düşünemez, kendilerini ve efendilerini ölçüp tartamaz, sorgulayıp yargılayamazlar. Sonuçta –tecrübeler göstermiştir ki- gerek maddi, gerek entelektüel ve gerekse kültürel alanlarda gelişme kaydedemez, gerilikten kurtulamazlar.
Oysa –19. yüzyılın ünlü İngiliz filozofu John Stuart Mill’in dediği gibi- “düşünce özgürlüğü, yalnız büyük düşünürler yetiştirmek için gerekli değildir; aksine, sıradan insanların düşünce seviyelerini ulaşılması mümkün olan en üst seviyeye çıkarmak için de önemlidir; hatta (bu sonuncusu) daha çok önemlidir. Genel bir düşünce tutsaklığı ortamında da tek tük büyük düşünürler çıkmıştır [Kuzey Afrika’da İbn Haldun, Osmanlı’da Katip Çelebi gibi]; bundan sonra da çıkabilir. Ama bu atmosferde işlek zihinli bir halk geçmişte var olmamıştır… hiçbir zaman da var olmayacaktır.”
***
Müslüman dünyanın yüzyıllardır içinde debelenip durduğu ağır sorunlarına bakarsak hepsinin temelinde sorgulama ve eleştirme özgürlüğünden yoksunluğun bulunduğunu görürüz.
Halife Ömer (r.a.), cami minberinde kadınların haklarıyla ilgili bir konuda kısıntıya gideceğini söyleyince, sıradan bir kadın bulunduğu yerden, “Allah’ın verdiği bir hakkı alamazsın, ey Ömer!” diye halifeye çıkışıyor; bunun üzerine halife, “Kadın, adamı (halifeyi) susturdu” diyerek kararından vazgeçiyordu. Çünkü İslam ve onun Peygamberi o topluma öyle bir özgürlük bilinci kazandırmıştı.
Doğaldır ki, bir din için birinci derecede önemli konu o dine bağlılıktır. Buna rağmen Kur’ân-ı Kerîm’de insanlar dinî tercihlerinde bile özgür bırakılmıştır. “Dinde zorlama yoktur” (Bakara 2/256) ayetini bilmeyen yoktur. İnsanların inanıp inanmamakta özgür olduklarını bildiren daha birçok ayet vardır. Bunlardan ikisinin anlamı şöyledir: “Ve (ey Peygamber) de ki: Gerçek, rabbinizden gelendir. Artık dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin…” (Kehf 18/29). “Şüphesiz biz ona (insanoğluna) doğru yolu gösterdik; artık o ister şükreder, isterse nankörlük eder” (İnsân 76/3).
Müslümanlıktan çıkan (mürted) biri için bile Kur’an-ı Kerîm’de hiçbir dünyevi cezadan bahsedilmemiştir. Hatırladığım kadarıyla iki ayette “irtidad” (Müslümanlıktan çıkma) kavramı geçmektedir. Bu ayetlerin biri, Medine döneminin başında gelmiş olan Bakara suresinde (2/217), diğeri de aynı dönemin sonunda gelen Mâide suresinde (5/54) geçer.
Bakara suresindeki ayette şöyle denilir: “İçinizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, işte böylelerinin amelleri dünyada ve âhirette boşa gidecektir. Bunlar cehennem ehlidir…”
Mâide suresindeki ayetin meali de şöyledir: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse şunu bilsin: Allah, (onların yerine) öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar…”
Bir din için bu kadar önemli olan bir konuda dünyevi bir ceza öngörülseydi, bu ceza Kur’an’da belirtilmez miydi? Bildiğim kadarıyla ilk defa Şâfiî’nin (ö. 204/820) el-Ümm adlı eserinde hadis olarak geçen bir rivayete dayandırılarak, fıkıh kitaplarında, Müslümanlıktan çıkan birinin –tövbe etmezse- ölümle cezalandırılacağına hükmedilmiştir.
Modern zamanlarda bile bazı Müslüman ülkelerde, yenilikçi hür fikirler dinden çıkma sayılmakta ve bu hüküm uygulanmaktadır (Sudan’da Mahmud Muhammed Taha, Mısır’da Nasr Hamid Ebû Zeyd olayları gibi). Radikal “dinî” terörün fıkıh mantığı da böyle işliyor.