Güncel sorunlar bağlamında Kur’an’ı nasıl anlamalıyız?
Öncelikle, fikirleriyle yazılarıma katkı yapan tüm okuyucularıma teşekkür ediyorum. İki okurumun geçen haftaki yazıma yazdıkları yorumlarda dile getirdikleri konular münasebetiyle aşağıda bazı düşüncelerimi ifade etmeye çalışacağım.
***
Kur’ân-ı Kerîm, vahyin Mekke döneminde ilkeler koydu; Medine döneminde ise İslam’ın yaşaması ya da ebediyen yok olmasının söz konusu olduğu başka bir tarihsel durum devreye girdi. Sudanlı Muhammed Taha’nın (hayatına mal olan) fikirlerini okuduktan sonra zihnimde iyice netleşti ki, en büyük sorunlarımızdan biri, ulemamızın, Medine’de gelen bazı ayetlerin Mekke’de gelen birçok ilke ayetini neshettiğini (yürürlükten kaldırdığını) savunmalarıydı.
İslam’ın üçüncü yüzyılından itibaren ulema, –mesela- Medine’de gelen savaş ayetlerinin daha önce Mekke’de gelmiş olan bütün barış ve uzlaşı ayetlerini hükümsüz kıldığını (nesh) ileri sürdüler yahut buna uygun teviller yaptılar. İmam Şâfiî’nin öncülüğündeki bu düşünce, hâkim anlayış ve uygulamayı belirledi. Bu süreçte özellikle hadis ve fıkıh kitaplarında savaş konusu, “Kitabu’l-Cihad” benzeri başlıklar altında ibadetler arasında işlenmeye başladı. Bu anlayışa göre her yıl en az bir defa savaş yapmaları Müslümanlara farzdır. Çünkü Hz. Peygamber Medine’ye göçtükten sonra her yıl en az bir defa bu amaçla sefere çıkmış veya adamlarını çıkarmıştır. Böylece savaşın Müslümanların değiştirilemez rutini olarak gösterilmesinden sonra uygulamada İslam bir savaş (cihad) dini haline getirilmiştir. Bu yönde hadislerin üretilmesi de ihmal edilmemiştir.
Kölelik, çok kadınla evlilik, ekonomi gibi başka dünyevi konularda da Kur’an’ın ilkesel değerlerinden kopuk, lafızcı ve parçacı din yorumu, Müslüman dünyanın manevi ve maddi uygarlık alanlarında gelişmelerinin önünde sürekli bir set oluşturdu. Zamanımızda Müslüman toplumların yaşadığı (sığınmacılık dramları ve sebepleri gibi) iç ve dış sorunların temelinde bile ulemanın lafızcı din anlatımının bulunduğundan hiç kuşkunuz olmasın.
Ben ise Kur’an’ın asıl ve kalıcı olan evrensel ilkelerini öne çıkarmaya çalışıyorum; hem doğru olanın hem de dinimize, Müslüman dünyaya ve insanlığa hizmet yolunun bu olduğuna inanıyorum. Bunun tersi bir din yorumunun, İslam’ın ve Kur’an’ın geleceği için hayırlı olmayacağı şimdiden görülüyor.
***
Değerli yorumcuların dile getirdikleri haklı sorunların sebepleri üzerine akademik çalışmalar yapılıdır. Bana gelince; gördüğüm eğitim, felsefî olanları da dâhil olmak üzere okuduğum kitaplar vs. yazılar, hayatımın en az 60 yıllık kısmında edindiğim tecrübeler sayesinde ulaştığım bazı ilkesel görüşlerim var. Bunlardan ikisini şöyle özetleyeceğim:
1. Dinî kaynakları, içinde oluştukları tarihî şartları ve hitap ettiği toplumun düşünce ve idrak seviyesini dikkate alarak anlamak gerekir; ben de onlara öyle bakmaya çalışıyorum. İslam’ın kutsal kaynağı Kur’an özelinde şöyle bir kanaatim var: Kur’ân-ı Kerîm yere ininceye kadar ilâhî mana olarak kutsaldır, aşkındır. Yere inip beşerin diline büründükten sonra ise muhataplarının dünyasına katıldı, onu anlama ve uygulamada insan devreye girdi; ayetler, insanların zihinsel seviyesine ve birikimine göre anlam genişlemesine veya daralmasına uğradı ve uğruyor. Bu, tüm dinî metinler için böyledir.
Kuşkusuz Kur’an’ı anlamada onun lafızları göz ardı edilemez. Fakat Kur’an’ın lafız olarak dediğinin arkasında bir de mutlaka demek istediği var; literatürdeki tabirleriyle mantukunun yanında bir de mefhumu var. Kur’an’ın mantuku yani lafzî anlamı tarihsel, kastettiği anlam evrenseldir.
2. Diğer bir ilkesel görüşüm ve tavrım da şudur: İnsanı başka bütün canlı ve cansız varlıklardan farklı ve üstün kılan iki özelliği var: Akıl ve özgürlük. Her insan her alanda –yanılmaktan korkmadan- aklını kullanmalı ve özgürce kullanmalıdır. Birbirimize bu hakkı tanımalıyız. Aristo’dan beri insan “düşünen canlı” diye tanımlanır. Doğru düşünce aklın ve özgürlüğün ürünüdür. Bunları kaybeden, insan olma ayrıcalığını da kaybeder.
26 yıl önceki bir konuşmamdan bir pasajı bir kez daha sunarak bitireyim:
“Bütün insanî eylemler önce düşüncede var olur. Düşüncesini duygularının veya başka bir şeyin (kurumun, kişinin) köleliğine veren insanın, artık özgür iradesiyle gerçek anlamda insanî davranışlar sergilemesi mümkün değildir. Varoluşçuların, ama onlardan bin yıl önce Müslüman filozof Fârâbî’nin belirttiği gibi insan, ancak özgürlüğünün farkına vardığı zaman, birey olduğunun, dolayısıyla insan olduğunun da farkına varır” (İslâm ve Demokrasi, Ankara 1998, s. 332-342).