Bilim ve teknoloji çağında insanlığın tükenişi

Bilim ve teknolojinin hızla geliştiği modern toplumlarda dinî hayat ve dinin insana kazandırdığı Allah’a, insana ve doğaya karşı derin sorumluluk duygusu zayıfladı. Veya hem Yahudilerin hem Hıristiyanların hem Müslümanların etkili kesimlerinde dindarlık ahlâkî içeriğini kaybedip görselleşti ve ideolojiye dönüştü. “Akıl çağı” denilen bu devirde gerçekte akıl da yalnızca hâkim olma ve sömürme tutkularına hizmet etmek üzere bilgi ve teknik üreten basit bir araç olarak kavranmaktadır. Bu suretle akıl, gerek küresel düzeyde insan-insan ilişkisini, gerekse hayatımızın olmazsa olmaz şartı olan doğal ve çevresel şartları onarılamaz şekilde tahrip etmekte kullanıldığını göremeyecek derecede körleştirildi.

Kur’ân-ı Kerîm’de “Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiştir” buyrulur (Şems suresi 91/9). Bu ayet her devirde doğru ahlakın özüdür. Demek ki, Kur’an’a göre insan ve insanlık olarak “felâh”a, yani kurtuluş ve huzura ermemiz, kendi nefsimizi arındırmaktan başlar. Kültürümüzdeki “büyük cihad”ın anlamı da bu değil mi? Sonuçta büyük cihadın en yüksek amacı -tasavvufta denildiği gibi- Allah, insanlık ve tabiatla barışma olgunluğuna ulaşmadır. Bu “çaba”nın en sonunda da kendi nefsimizle barışırız. Fahreddin er-Râzî’nin (ö. 606/1210), “Büyük Tefsir” (Tefsîr-i Kebîr) diye de tanınan Mefâtîḥu’l-ğayb adlı ünlü tefsirinde, insanların sorumluluklarının sıralandığı geniş kapsamlı ayetleri yorumlarken kırktan fazla yerde tekrarladığı “Allah’ın buyruğuna saygı ve Allah’ın yarattıklarına şefkat” (et-ta‘zîm li-emrillâh ve’ş-şefkatü alâ halkıllâh) ilkesi de aynı kuşatıcı ahlâkî amacı içerir.

Peygamberimiz, pek çok muteber hadis kaynaklarında geçen bir sözünde “Düşmanla karşılaşmayı arzulamayın; Allah’tan afiyet dileyin” buyurur. Çünkü insanlar savaşmak zorunda kalabilirler; ama fıtrat savaşı sevmez. “Yokluk sevilmez.” Hele günümüzdeki savaşlar cinayetlerle dolu! Eski savaşlarda sadece cephede savaşanlar birbirini öldürürdü. Şimdiki savaş teknolojisi sivil-asker ayrımı yapmıyor.

Tecrübeler göstermiştir ki, savaşların derindeki sebebi insanların açgözlülükleridir. İnsanlar genellikle aptalca hırsları uğruna hem birbirleriyle insaniyet bağlarını hem de tabiatla hayat damarlarını koparıyorlar. Sonuçta insanoğlu dinin ve ahlakın makul ve dengeleyici ölçülerinden sıyrılıp başı boş kalan aşırı zevk, tüketim ve hâkimiyet tutkularını doyurmak için dünyayı yıkıcı savaşlardan küresel ısınmaya, çevre kirliliğine, canlı türlerinin yok edilmesine kadar varan felaketlere sürüklemektedir.

Şimdilik kıyımlarını zayıf milletlerle sınırlayan savaş katillerinin açgözlülükleri, durum böyle devam ederse, tüm insanlıkla birlikte kendilerinin de sonunu getirecektir. Öte yandan, kışkırtıcı reklamların da azdırmasıyla çılgınlaşan tüketim yüzünden 40-50 yıl gibi kısa zamanda bile canlı türleri %70 civarında azaldı, ekolojik denge bozuldu, çevremiz ve atmosferimiz kirletildi, tahrip edildi.

Bütün bu ve benzer felaketler göz önüne alındığında, tutkuların frenlenmesine dinlerin verdiği önemin, –başka bakımlardan olduğu gibi- küresel barış ve çevre ahlâkı bakımından da ne kadar kıymetli olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu büyük sorunların ana sebebi, küreselleşmenin de etkisiyle, insanların imkânları arttıkça nefsani, bedenî ve hayvani tutkularını tatmin etmeye de haklarının olduğunu zannetmeleri, bu sapkın ahlak telakkisinin zihinlere ve hayatlara hâkim olmasıdır.

Böyle olunca sistemler, düzenlemeler, kurallar da doğrudan veya dolaylı olarak çağdaş insanı bu yıkıcı hedeflere ulaşmaya özendirecek şekilde kurgulanıyor; bu yüzden küresel barışı ve doğal dengeyi koruma yönündeki çabalar da etkisiz kalıyor. Amaç olarak erdemin yerini çıkar ve duygu tatmininin alığı bir ahlak eğitiminin kaçınılmaz sonucu budur.

Özellikle hepsi aynı türün versiyonları olan tanrısız pozitivist-modernist-postmodernist felsefelerin ürettiği dünya görüşü ve ahlak anlayışının giderek dünyayı kuşatmasıyla, -sözde- insaniyet (hümanizm), akıl ve özgürlük adına, ama gerçekte kazanma-tüketme uğruna insanların ben-merkezli ve ulus-merkezli eğilimleri, zevk ve tüketim tutkuları sürekli kışkırtılmaktadır. Günümüzde devlet, siyaset, eğitim, ekonomi gibi toplumsal kurumlar, anılan eğilimlerin tatmini için fırsatlar ve imkânlar oluşturma yönünde kurgulanıp kullanılıyor. Yerli ve olağan üretim imkânları yetmeyince hem ulusal ve/veya uluslararası sömürüler azgınlaşıyor, vekalet savaşları çıkartılıyor; hem de doğanın dengeleri tahrip ediliyor. Ve artık uluslararası adalet ve barışa ulaşmak da çevreyi korumak da imkânsız hale geliyor.

“Bütün bu anlatılanlarda Müslümanların günahı nedir?” derseniz, onların günahı da insanlığın önüne “Allah, insanlık ve tabiatla barışma olgunluğu”, diğer bir tabirle “Allah’ın buyruğuna saygı ve Allah’ın yarattıklarına şefkat” amaçlı çağdaş-ahlâkî bir alternatif ideal koymamalarıdır. Oysa İslâmî öğretiyi ve onun İslâm medeniyetindeki tezahürlerini bugünden bakarak okursak, İslâmî öğretinin ve onun temellendirdiği İslâm medeniyetinin, insanla Allah, insan ve tabiat arasında üç yönlü bir ilişki kurduğu, bundan dolayı da tabiat karşısında insana üç yönden sorumluluk yüklediği söylenebilir.
İzninizle onların neler olduğunu bir dahaki yazıma bırakayım.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum