İstanbul’un ortası
Bilemiyorum artık İstanbul’un ortası nere? Silivri’den Tuzla’ya, Sarıyer’den Adalar’a hassas ölçümler yapılıp tesbit edilse kimbilir neresi çıkacak orta yer diye. Ama İstanbul azmanlaşmadan ve büyüdüğü halde gözümüzden kaybolmadan önce “şehrin ortası” olarak kabul edilen bir noktaya sahip idi.
Eski İstanbul’un (Suriçi) geometrik olarak Mimar Sinan tarafından ölçümlenip bulunduğu rivayet edilen orta noktasına yeşil granitten silindirik bir işaret taşı dikilmiş; daha sonra o işaret taşı Şehzadebaşı Câmii’nin kıble yönünde sol köşede kalacak şekilde caminin mimarisine zarif biçimde dâhil olmuştu.
Bu yeşil granit silindirik işaret taşı hâlâ o köşede durup dikildiği zamanın gerçekliğini söylemeyi sürdürüyor. Ne var ki bir zamanlar kendi ekseni etrafında döndürülebilen bu taş artık yerinden kımıldamıyor bile. Ne oldu mevlevî olmaktan vaz mı geçmiş demeyiniz, o taş bugün ne yazık ki belki yarıdan fazlası betona gömülmüş olarak orada, İstanbul’un orta yerinde, önünden telaşla geçen insanları, arabaları, mevsimleri, değişimleri ve daha bir çok şeyi taş kesilmiş bir taş olarak seyrediyor.
Başka hangi şehirde böyle ilginç bir merkez taşı vardır, bilemiyorum.
Ama gerek milion taşı, gerek nişan taşları, gerekse bu fasıldan çeşitli işaret taşlarına, kimi kitabelere, taşla belgelenmiş nüans noktalarına, her biri farklı bir sanat eseri olan çeşmelere gösterdiğimiz vefasızlığın, vefadan vazgeçtik yer yer vandallığın sonu gelecek gibi görülmüyor.
Şehzadebaşı Câmii’nin dört tarafında hemen camiye bitişik gibi duran dört küçük câmi daha var. Câminin etrafında bir tur atarsanız hepsini de görebileceğiniz bu mescidlerden biri (cadde üzerinde Şehzadebaşı’nın tam karşısında) zannediyorum İstanbul’un en uzun isimli camisi ki tam ismi şöyle: Kadı Hüsameddin Çamaşırcı Hacı Mustafa Efendi 18 Sekbanlar Camii. Bu uzun isimli caminin haziresinde 18 sekbanın kabirleri mevcut.
Sekban nedir derseniz (farsça sek:köpek) köpek eğitimi ve bakımı ile ilgili bir terim olup daha sonra askerî bir birime dönüşen birliktir ki, Yeniçeri Ocağı’nın altmışbeşinci ortasını teşkil ederler idi. Fatih zamanında 7000 civarı sekbanın yeniçeri yapıldığı biliniyor.
Neyse, kendi içinde uzun bir serencamı, kuralları ve farklılıkları olan sekbanları bir yana bırakıp tekrar dönelim İstanbul’un orta yerine…Bugün yine Suriçi’ni esas alıp, mezkur taş haricinde orta yerde duran (başta çeşmeler ve sebiller) nice mücevher gibi esere külliyyen imdad edecek bir melce yok mudur?
Yoksa her şey, beton/rant aşkına râm olduğu ölçüde nazar-ı dikkate alınıp gerisi bir hayhuy içinde makus talihine terk mi edilecektir?
O çöplüğe dönen çeşmeler, restore edilip bakımsızlık sebebiyle tekrar restoreye alınan sebiller, çeşmeler, kimi ahşap binalar (şâhidiyim biliyorum) -musluğu takılsa hayat bulacak, ama bir musluk yokluğu sebebiyle yeniden çöplüğe dönüşmeye ve yok olmaya adeta mecbur bırakılan çeşmeler- neyi bekliyor?
Kendi şehrine, tarihine, kültürüne, inceliklerine bu kadar hoyrat bakmakla ne murad ediliyor, anlayan beri gelsin. İstanbul’un orta yerinde buluşup hemen yanıbaşındaki Vefa’ya uzanalım da müştereken bir âh edelim.
İstanbul’un orta yeri, bugün bilmem ki rezidans, avm yahut otel mi?
Yar bana bir elem/hemen efem.
Ya da nedir bu tarihî eser konusundaki, iki gözüm İstanbul için sonu gelmez ve sonuç getirmez mızıldanmalarımız. Hepsinin üstüne beton yahut daha havalı ve pahalı olsun diye granit kaplayıp gömelim, görmeyelim onları, anmayalım ve yanmayalım, bitsin bu ızdırap.
Selam üstüne düşünceler
(…) Selam nedir öyleyse? Beni o derli ilgilendirmeyen bir şeydir ki, doğrudan doğruya sıktığım her elin sahibiyle de arasında bir bağlantı kurmam, o da benim karşımda aynı durumdadır. Söyleyeceklerimiz –zaten bu yüzden söyleyeceğiz ya- o selam ediminin, biz her ne kadar somut olarak birbirine el veren o iki insan, iki bireysek de, bireylerarası ya da insanlararası bir ilişki olmadığını açık seçik fark etmemizi sağlayacak. Ne ben ne de o olanama ikimizi de yönelten ve sanki bizim üstümüzde bulunan bir kimse ya da bir X, o verdiğimiz selamın yaratıcısı ve sorumlu öznesidir. Selamın genel çizgisine benim tarafımdan katılmış pek ufak tefek bazı özellikler ya da ayrıntılar bulunabilir gerçi, ama bunlar tam olarak selamın kendisi değildir, benim neredeyse gizlice araya sokuşturduğum, açıkça görülmeyen şeylerdir. Örneğin elimi az ya da çok bastırma, geri çekme, karşımdakinin elini sallama tutma, bırakma ritmim gibi. Gerçekten de iki eli tıpatıp birbirinin aynı biçimde sıkmayız. Ne var ki hareketin o hafif duygusal gizli kişisel bileşeni selamın kendisine dâhil değildir. Selamın örgüsüne kendimce eklediğim belli belirsiz bir nakıştır. Selam katı bir çerçeve izler, şeması hep aynıdır., herkesçe bilinen ve alışılmış biçimde karşımızdakinin elini yakalar, sıkar –az ya da çok sıkmanız f arketmez- bir an sallar sonra bırakırsınız.
Şimdi yapmaya çalıştığım şey kimsenin bize selamın ne olduğunu anlatması değil, tersine, herkesin hemen selam verdiğinde kendisine ve yalnız kendisine ne olduğunu iyice kavramasıdır. (…) Ortega y Gasset- İnsan ve “Herkes”- Neyire Gül Işık- Metis