Kamu diplomasisi ihtiyacı
Kamu diplomasisi kavramı günümüzdeki anlamıyla ilk kez 1960’lı yıllarda kullanılmış. Kabaca kamuoylarının dış politika amaçlarına ulaşmak için destek olmasını sağlama çabası olarak tanımlanmış. Geleneksel diplomasinin ötesindeki eylemlere atfen de anlam kazanmış. Nasıl yapılması gerektiği konusunda literatürde bir dolu yazı var ama en başarılı şu şekilde olur diye üstünde uzlaşılmış bir formül yok.
Araştırmacılar, bazen de yöneticiler hatalardan ders çıkartarak, iyi gitmeyen şeylerin olduğunu görerek kamu diplomasisi üstüne yazmış, konuşmuş. Özellikle de 11 Eylül 2001 sonrasında Amerikalılar “bizi neden sevmiyorlar” tarzı sorular sorarak ülkelerinin dünyayla olan iletişimindeki sorunları dile getirmişler, yeni kavramsal çerçeveler oluşturmuşlar, ülkeleri için uygulamaya yönelik önerilerde bulunmuşlar.
***
Bizde de adı konmasa bile kamu diplomasisi ihtiyacı hep hissedilmiş ve bu ihtiyacın karşılanması için adımlar atılmış. Zamanında Anadolu Ajansı’nın kurulması, TRT-World’ün yayın hayatına kazandırılması başka hedeflerin yanı sıra kamu diplomasisine de hizmet amacıyla. Türkiye’yi dünyaya Türkiye’nin istediği gibi anlatan mecralar. Üniversiteler, burslar, düşünce kuruluşları, Yunus Emre Merkezleri, ihraç ettiğimiz kaliteli ürünler ve hatta bazı televizyon dizileri de öyle.
Ancak yeterli olduklarını, etkilerini hissettirebildiklerini söylemek zor. Barış Pınarı Harekatı’nın bize gösterdiği gibi muhataplarımızın aklını ve siyasi davranışını kontrol etme konusunda ciddi eksikliklerimiz var. Mesela 1946’dan bu yana fiilen, 1952’den günümüze hukuken ittifak ilişkisi içinde bulunduğumuz Amerika’nın hem basınında, hem de önde gelen siyaset liderliğinde müttefik olarak biz değil PYD gösteriliyor.
Koca koca insanlar çıkıp PYD’ye olan desteğimizi kesersek diğer müttefiklerimiz bize bir daha güvenmez diyebiliyor. Çok az insanın aklına asıl NATO müttefikimizin çıkar ve beklentilerine aykırı hareket ettiğimiz, güvenliğini tehlikeye düşürdüğümüz için bize kimse güvenmeyecek demek geliyor. Müttefiklik bambaşka bir boyuta indirgeniyor. IŞİD’e karşı verilen topyekun mücadele tek bir aktörün kredi hanesine yazılıp geçmiş, 29 üyeli bir ittifakın güvene, kredibiliteye olan ihtiyacı bir kalemde silinip atılıyor.
Üstelik kendileri tarafından da bilinmesine ve zaman zaman bilindiği itiraf edilmesine rağmen, PYD-PKK bağlantısı söz konusu olduğunda hala Türkiye’nin iddiası olarak ortaya konuyor. Her nedense dünyanın en büyük haber ajansları, en ünlü televizyonları, en ağırlıklı gazeteleri bu iddianın doğru olup olmadığını araştırmak zahmetine katlanmıyor. Herkes Türkiye’ye ya bir şekilde müeyyide uygulamaya ya da müeyyide tehdidinde bulunmaya çalışıyor.
Bunda yüzyıllardır var olan önyargıların katkısının olduğuna şüphe yok. Türkler tarihin neredeyse her döneminde “Batının” ötekisi oldu. Türkiye’nin son yıllarda benimsediği dış politikasının, içinde yaşadığı sorunların, ABD’ye karşı takındığı tutumun, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi alanlardaki kural dışı uygulamaların da imajımız üstünde etkisinin olmaması imkansız.
Konjonktürü, IŞİD’in ortaya çıkışını da bu resmin içine dahil edebiliriz. Dünyanın pek sevmediği, seçildiği günden bu yana yerinden edilmek istenen Trump’la sorun çözülmesinin de gösterilen tepkilerde payı olabilir. Ayrıca Rusya ve İran’ın Suriye’deki varlığının da algıda komplikasyon yaratan bir başka sorun olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak sebebi ne olursa olsun ortada düzeltilmesi gereken bir durum var.
Var olan anlayışa teslim olmayı kabul edemeyeceğimize göre bizim kendimizi dünyaya daha iyi anlatabilmemiz, haklı olduğumuzu gösterebilmemiz gerekiyor. Çünkü siyaset dünyanın her yerinde kamuoyu tarafından belirlenen sınırlar içinde yapılıyor. Etkili olmak, çıkarlarımızı güç kullanmadan korumak, güç kullandığımızda da arkamızda destek bulabilmek için kamuoylarını yönlendirme çabamızda başarılı olmamız şart.
***
Kamu diplomasisi açığını kapatmak niyetiyle son günlerde yapılan hamleler, New York Times, Washington Post gibi gazetelerde yayınlanan harekatın mahiyetini ve amacını açıklayıcı makaleler, dil birliği sağlanması için harcanan çabalar, MSB’nin PYD/PKK’nın propaganda faaliyetlerini ifşaa etmek amacıyla yayınladığı bildiriler, Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamaları, siyasilerin ve kanaat önderlerinin verdikleri röportajlar tabii ki önemli, tabii ki değerli.
Ama bana öyle geliyor ki yeterli değil. Belki harekat askeri ve siyasi amacına ulaştığında yaşadıklarımızı gazete sütunları yerine samimi “akademik” tartışma ortamlarında masaya yatırmakta yarar olabilir. Hem mesajımızı bundan sonra daha doğru vermek, hem de mesajın taşıyıcısını, içeriğini, hedefini daha iyi belirlemek, biraz da kendimizin değişmesinin gerekli ve acil olduğunu görmek için…
Uzmanı değilim ama ilgilenenlere yine de N. Snow & P. M. Taylor (2009) Routlege Hanbook of Public Diplomacy (New York: Routlege) derlemesini önerebilirim. Vaktiniz varsa ve İngilizce okuyorsanız C. Hayden (2012) The Rhetoric of Soft Power (Plymouth: Lexington Books) da ilginç gelebilir.