‘Dindar muhafazakâr’ seçmen kaç kişi?
Bizde yolu hiç değilse hayatının bir döneminde “milli görüşten” geçmiş olanlarla Ulusalcı-Kemalist diye adlandırılan kesimlerin az sayıdaki ortak noktasından biri, Türkiye’deki dindar-muhafazakar seçmenin oranı konusunda yaptıkları abartılı tahminler.
Kendileri de zaten dindar-muhafazakar kesim mensubu olan siyasal İslamcılar, “Biz nüfusun yarısıyız, hatta belki daha fazlasıyız” diyorlar son 13-14 yıldır. Ulusalcı-Kemalistler de benzer şekilde düşünüyor, Türkiye’de “dinci”lerin nüfusun yarısına vardığını, hatta belki geçtiğini varsayıyor.
Taraflardan biri sevincini ve gücünü abartıyor; diğeri ise korkusunu. Gerçek bu söylenenden çok ama çok farklı bana soracak olursanız.
Türkiye’nin muhafazakar-dindar kimliğinin siyasetteki adı “Milli Görüş”tür ve bu siyasi anlayış, yüzde 4 ile 6 arasında bir büyüklüğe sahiptir. Benzer şekilde, kendini “Kemalist” diye tanımlayanların toplam büyüklüğü de, çeşitli araştırmalarda defalarca gördüğümüz gibi aslında yüzde 2.5’tur.
90’lı yıllarda Milli Görüş’ün partisi Refah’a yönelen teveccühün arka planında toplumun yüzde 10’dan fazlasının ansızın muhafazakar-dindar olması değil; merkez siyasi partilerin yaşadığı derin başarısızlık ve çöküş vardır.
1999 depremi ve arkasından 2001 ekonomik kriziyle tamamen tescillenen bu çöküşe rağmen, Ak Parti’nin yüzde 35’e çıkabilmesi için yine de “Milli Görüş gömleğini çıkarttık” demesine ihtiyaç oluştu.
Ak Parti, 2002 sonunda yüzde 35’le aldığı “merkez partisi olma fırsatı”nı “Milli Görüşçü” bir anlayışla değerlendirmedi. Aksine, Necmettin Erbakan’ın “Sizi gibi Batı taklitçileri” demesini göze alıp Avrupa Birliği için demokratik ve hukuki reformları yaptı. Ekonomide ve kamu yönetiminde ideolojik hayaller peşinde koşmadı, aksine akılcı oldu ve AB reformlarının da etkisi sayesinde büyük bir başarı öyküsü yazdı.
90’lı yıllar Türkiyesi bir “yönetemeyen demokrasi” destanıydı; 2000’lerin ilk 10 yılı ise başarılı bir yönetim dönemi. Ak Parti bu sayede yüzde 35’le ve seçmenin yüzde 45’in oyunun da çöpe gittiği bir seçimde, meşruiyeti sallantılı biçimde aldığı iktidarı sürdürdü, ilk genel seçimde oyunu yüzde 47’ye çıkardı.
İşte 2007’deki o seçimden sonra ağır ağır bir şehir efsanesi yayılmaya başladı; Türkiye’de seçmen ağırlığı dindar-muhafazakardı, Ak Parti o seçmenin partisiydi.
Hayır, ilgisi yok. Ak Parti bal gibi bir merkez partisiydi. Bir zamanların Adalet Partisi’nden pek de farkı yoktu seçmen gözünde.
2011’de ve 2015’te yüzde 50’ye yaklaştığında toplumun yarısı dindan-muhafazakar olmamıştı; sadece sadece başrolünde dindar-muhafazakarların olduğu bir iktidara oy veriyordu.
Oylar o iktidarın icraatınaydı, iktidardakilerin alnının secde görmesi kültürel bir tamamlayıcıydı sadece. (Rahmetli Süleyman Demirel’in din bilgisi de, Kuranı Kerimi hem Türkçe hem Arapça ezbere bilmesi de, Tayyip Erdoğan’dan daha aşağı değildi.)
***
Siyasi kimlikler ve kimlik siyaseti hiç kuşkusuz önemli şeyler. Ama Tayyip Erdoğan ile Ak Parti’yi bunca zaman iktidar atının üzerinde tutan şeyi yanlış okur ve yorumlarsak, çok yanlış sonuçlara varabiliriz.
Bugün Ak Parti’nin kendisi o yanlışlardan muzdarip zaten. Kendi oy veren kitlesinin ekonomik ve sosyal kimliği olmadığını, sadece dini ve milliyetçi kimlikten ibaret olduğunu sanıyor ve bu yüzden kendi kendini küçültüyor. İktidarda yapılan yanlış tercihler ve uygulamalar bu küçülmeyi yavaşlatmıyor, aksine hızlandırıyor.
Ama Ak Parti’nin kendi kendine uydurup inandığı bu “Seçmenin yarısı dindar-muhafazakar” efsanesine tek inanan, dediğim gibi onlar değil. Bir de muhalefette yer alıp sesi çok duyulan kesimler de buna inanıyor ve seçmeni korkutarak seçim kazanacağını düşünüyor.
Dünyada da böyledir, Türkiye’de de böyle: Seçimlerde negatif duygular, korkular, en temel siyasi kimlikler rol oynar elbette ama sonucu temelde belirleyen şudur: Ortaya konan pozitif program, seçmene anlatılıp inandırılan yeni bir hikaye, kısaca söylemek gerekirse ümit.
Geleceğe dair bir iyimserlik vermeden, (örtülü olarak Ekrem İmamoğlu’nu desteklediğim düşünülmesin, sadece slogan güzel diye söylüyorum) “her şey güzel olacak” demeden seçim kazanılmaz.
***
Dün bir trafik ışığında yan yana geldik. Genç bir çift, arkada da çocuk koltuğunda oturan küçük çocukları. Genç kadın başörtülüydü.
Sonra ışık yeşile döndü, o çiftin arabasının arkasında kaldım. Arka camda “K. Atatürk” imzasının çıkartması vardı. O kadar ön yargılıyım ki, çıkartmayı görünce, “Herhalde aracı ikincş el aldılar, ilk sahibi yapıştırmış” diye düşündüm. Ama az sonra arka camın içine yerleştirilmiş Atatürk fotoğraflı yastıkları gördüm.
Siyasi kimlik dediğiniz şey, işte o arabadaki genç çift gibi, hiçbir zaman tek boyutlu ve siyah-beyaz bir resimden ibaret değil. Bana güzel bir ders oldu.
Her inançlı insan dindar-muhafazakar olmadığı gibi Atatürk’ü sevmek de Kemalist-ulusalcıların tekelinde olan bir şey değil.