‘Primus inter pares’ dedikleri
AK Parti içindeki tartışmalar bağlamında vaktiyle yine burada tartışmıştık: Refah/Fazilet içindeki yenilikçiler grubu tarafından kurulduğu zaman AK Parti lider partisi değil, kadro partisiydi ve genel başkanın oradaki konumu “eşitler arasında birinci” şeklindeydi. Zaten eski partilerinde istişare kültürünün ve demokratik mekanizmaların olmayışından şikayetle yeni parti girişimini başlatan grup ortak aklı ve istişareyi esas alan bir yapı oluşturmak niyetiyle yola çıkmışlardı. Ancak Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminden gelen popülaritesi ve kişisel karizması karşısında bu yapı ilerleyen zamanda giderek lider partisi hüviyeti kazanacaktı.
Gelgelelim bu dönüşüm sürecini yalnızca Erdoğan’ın yönetim anlayışıyla veya kişisel ajandasıyla açıklamak eksik ve yanlış olur. Buradaki temel problem siyaset kültürümüzle ilgili. İnsanoğlunun toprağa yerleşip tarım yapmaya geçmesinden çok önce başlamış bir hikâye bu.
Günümüzde de durumun çok değiştiğini söyleyemeyiz. İnsan doğası çok çabuk değişmiyor çünkü. Hatta çoğu yerde yönetim gücü ve yönetme yetkisi geniş bir grubun veya zümrenin elinde olsa bile orada da muhakkak görünürde bir lider figürü bulunur. Çünkü insan sürüsü başında bir çoban ister daima.
Dolayısıyla bugün çok revaçta olan katılım, ortak yönetim, yatay otorite veya yönetişim vs. gibi kavramlara rağmen lider figürüne ihtiyaç duymayan ve duyurmayan bir yönetim modeli görünmüyor ortalıkta. Yalnızca siyasi liderlikten söz etmiyoruz; şirket yönetimlerinde, dernek ve kulüp başkanlıklarında da var aynı durum. Elbette karar verme ve güç kullanma yetkilerinin daha gevşek veya daha sıkı olduğu örnekler var ama temsil rolüyle sınırlı olsa dahi yine lidere ihtiyaç duyuluyor.
Rasyonaliteyi ve verimliği esas alması gereken şirket yönetimlerinde bile terk edilemeyen liderlik kurumundan duygusal, sezgisel ve içgüdüsel faktörlerin, yani psikolojik mekanizmaların da etkili olduğu siyasette vazgeçilmesini beklemek daha zor.
***
Türkiye açısından liderlik kurumunun gücünü artıran bir faktör de tarihi tecrübelerin ve alışkanlıkların oluşturduğu siyaset kültürü. Doğu Roma asırlarında olduğu gibi Osmanlı devrinde de devlet otoritesi “şeriksiz” oldu hep. Avrupa’daki sosyal ve siyasi şartların getirdiği kilise ve aristokrasi gibi (modern dönemde ise burjuvazi gibi…) alternatif otoriteler bulunmadığı için devleti meydana getiren kurum ve organların birliğini ve ahengini temin eden pederşahi bir lider figürünün rolünün sınırlandırılması söz konusu olmadı. Padişahın güçlü veya güçsüz olması, yönetimde şu veya bu zümrenin etki gücünün daha fazla hissedilmesi önemli değildi. Önemli olan “mülkün sahibi” konumunda veya rolünde bir figürün mevcudiyetiydi.
Kültürümüzdeki “baba” otoritesinin izdüşümlerini taşıyan lider anlayışımız temelde şehir hayatına geçiş öncesi zamanlara ait sosyal şartların ve ihtiyaçların eseri. Ne var ki artık bu şartların ve dolayısıyla ihtiyaçların değişmiş olması artık zihin kodları haline dönüşmüş olan eski alışkanlıkların kolayca terk edilmesine yetmiyor.
Bu noktada bizim gibi bazı ülkelerde lider otoritesinin nispeten daha fazla benimsendiği doğru ama son tahlilde insanlığın geneli için geçerli bir yaklaşımdan söz ettiğimiz unutulmamalı.
***
Bizim siyasi tarihimizde “ortak yönetim” örneği diye gösterilebilecek tek başarılı tecrübe İttihat ve Terakki Partisi’nin yönetimidir. Devlet yönetiminde belirli bir tarihten itibaren o günkü şartların da zorlamasıyla otoriter diyebileceğimiz bir yöntem benimsemiş olan parti kendi içinde ise tam anlamıyla demokratik şekilde yönetiliyordu. Hiç değilse Merkez-i Umumî üyeleri arasında eşit oy ve söz hakkı bulunduğunu biliyoruz. Söz gelimi partinin yönetiminde Talat Bey’in konumunun “eşitler arasında birinci” şeklinde olduğunu, orduyu mutlak bir disiplinle yöneten Enver Paşa’nın son tahlilde Merkez-i Umumi’nin yani ortak yönetim mekanizmasının emrinde olduğunu söylüyor kaynaklar. Gerçi Cihan Harbi’nin ilerleyen aşamalarında bu ortak yönetim mekanizmasının eskisi kadar güçlü işletilememiş olduğunu söyleyenler de var ama cumhuriyet sonrasında oluşan yönetim modeliyle lider kültüne dayalı siyasete nispetle çölde vaha durumundaki bir tecrübeden söz ediyoruz. Muhtemelen bu partinin esasen bir “kardeşlik cemiyeti” kökeninden doğmuş olmasına bağlı olan bu tecrübe imparatorluğun yıkılma anına denk gelmiş olmayıp siyasi ve sosyal başarılarla tarihe geçmiş olsaydı belki bugünümüz de farklı olabilirdi.
Ancak bugün elimizdeki sosyal malzeme lider siyasetinden fazlasına el vermiyor. Onun için Özal ölünce ANAP bitiyor, Demirel gidince DYP sona eriyor. Onun için bugün Babacan’ın partisinden, Davutoğlu’nun partisinden söz ediliyor.