Padişahı cin mi tutmuştu?

Osmanlılara göre Osmanlı padişahı ve halifesinin aklının başında olması gerekiyordu.

Tahttan indirildikten sonra Sultan İbrahim ve hatta Sultan Aziz gibi bazı padişahlara “cünûn” atfedilmiştir. Aziz’i rahatlıkla geçebiliriz. İbrahim’in ise bazı psikolojik sorunlar yaşadığı ve meşhur Cinci Hoca’ya olan rağbeti düşünülünce, çarelerini de dönemin koşulları içinde aradığı su götürmez ama herhâlde sonraki nesillerin uygun gördüğü “Deli” sıfatını en fazla hak eden sultan değildi.

Salt akıl sağlığı yerinde olmadığı, dolayısıyla da emirlerini yerine getirmenin imkânsız olduğu gerekçesiyle tahtından indirilen padişahlara en iyi örnekler ise sanırım I. Mustafa (1617-1618 ve 1622-1623) ve V. Murad’dır (1876). Hâlini herkesin bilmesine rağmen I. Mustafa’nın, II. Osman’dan sonra tekrar tahta çıkarılmış olması, hatta V. Murad için de böyle girişimlerde bulunulması ise bu konuda herkesin ikna olmadığına veya bazı gruplar açısından, bu eski padişahlar vasıtasıyla siyasî mücadeleyi devam ettirmek kaygısının daha ağır bastığına işaret eder.

Geçmişin insanlarının akıl sağlığını konu edinmenin tarihçiler açısından bariz güçlükler yaratması kaçınılmazdır. Evvela, “aklında hiffet”, “cünûn”, “tecennün”, “deli”, “divane”, “delirmek” ve “merak getirmek” gibi genel kelimelerle anlatılan hâllerin günümüz psikiyatrisinde nelere karşılık geldiğini belirlemek sanıldığından daha güçtür. Daha yakın zamanlarda, mesela V. Murad için yapılan “Cünûn-ı mutbık” (sürekli akıl hastalığı) / “cünûn-ı gayr-i mutbık” (kesintili akıl hastalığı) gibi bazı ayrımlar söz konusu olsa bile durum böyledir. Ayrıca, her toplumda “delilik” kavramının bir miktar “inşa edilmiş” bir kavram olduğunu dikkate almak gerekiyor. Asıl unutulmaması gereken noktaysa, tabii ki, doğrudan gözlem yapmanın imkânsızlığıdır. Yine de belgeler, hele ki çalışmaya konu olan kişinin kaleminden çıkmaysa bir fikir verebilir. Tarihçi ve psikiyatrların ortak mesailerinin daha verimli olacağına ise kuşku yoktur. Mesela, sûfîlerden Niyazî-i Mısrî’nin “hatırat” olarak bilinen otobiyografik metinleri veya III. Murad’ın Kitabü’l- Menâmât adı altında toplanan rüya notları gibi hacimli metinlerden yola çıkarak nispeten geçerli analizler yapmak mümkündür.

Maalesef III. Selim’in yazdığı hacimli, otobiyografik ve mensur bir metne sahip değiliz. Tabii ki döneminden kalma pek çok kaynak ve bu meyanda, başkalarının onun için tuttuğu günlükler var ama padişahın kaleminden çıkanlar hatt-ı hümâyunlarından ve İlhamî mahlasıyla yazdığı şiirlerinden ibarettir, yine de bunların kaynak olarak değerleri yüksektir.

Bu mukaddimenin esbab-ı mucibesine gelince, Cevdet Paşa’da, III. Selim’in bir aralık ciddî bir psikolojik rahatsızlık yaşadığı hususunda çok ilginç bir pasaj vardır. Bir padişaha akıl hastalığı atfetmek ucu tahttan indirmeye kadar gidebilecek ciddî bir mesele olmasına rağmen konu nedense günümüz tarihçilerinin dikkatine mazhar olamamış görünüyor. Bildiğim kadarıyla III. Selim’in tahttan indirilmesi sırasında ve izleyen IV. Mustafa döneminde, Selim’in akıl sağlığının bozuk olduğu gerekçesiyle padişahlık / halifelik yapamayacağı yolunda bir argüman da geliştirilmemiştir. Tarihçilerin ilgi eksikliği belki böyle açıklanabilir ama bu konunun önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Dahası, III. Selim, gerçekten de böyle bir sorun yaşamış mıydı? Eğer öyleyse, kendisine karşı olan muhalefet neden bu konuyu gündeme getirmemiş veya yerine geçen kuzeni IV. Mustafa döneminde, Nizam-ı Cedid döneminin kötülüklerini sayıp döken ve bir ahitleşme niteliği taşıyan Hüccet-i Şer‘iyye adlı belgede bu konu hiç yer almamıştır?

Cevdet Paşa, tarihinin, III. Selim’in niçin tahttan indirildiğini anlattığı sekizinci cildinde konuya dramatik bir giriş yapıyor:

“Ve bir aralık Sultan Selim merak getürmiş yok kendüye mess-i cin (cin tutması) makulesi bir hâlet-i redie (kötü durum) arız olarak dimağına halel gelüp perişan sözler söylüyormuş deyü bir şayia neşr olundu.”

Cevdet Paşa’nın, ifade şeklinden bu şayiaya itibar etmediği anlaşılıyor ama devam edelim. Enderun ve birûn taraflarından telaş gösterilerek ve hasekiler gönderilerek tabiplere ve şifacılara, duacılara başvurulmuş. Cismanî ve ruhanî ilaç ve tedavilere girişilmiş. Cevdet, vakanüvis Asım’ı kaynak göstererek padişahın aklı ve bilincinde bir sorun olmadığını yazıyor: “Asım Efendi der ki bunun aslı olmayub zat-ı şahane sıhhatçe pek eyi hâlde ve akl ü şuuru kemâlde idi”. Maalesef Asım’da bu ifadeler kelimesi kelimesine yoktur.

Cevdet’e göre, III. Selim bazı aklî deliller ve dış emareler ile ülkenin hâlinin kötü olduğunu ve “şürekâ-yı devletin tasallut ve istilâları”nın her türlü sınırı ihlâl ettiğini görmüş. Kaygılanarak (merak ederek) bir gün ansızın Babıali’ye bir hatt-ı hümâyun gönderip “vükela-yı devlet”in halka nasıl zulmettiklerini saymış ve bu davranışlara rızası olmadığını söylemiş. “Herkesin vebali boynuna” diyerek ne olup bitiyorsa hemen kendisine bildirilmesini emretmiş. Sadrazam ise bu hattı ortaya çıkaramayıp sadece vükelanın seçkinlerine göstermiş. Padişaha da herkesin önünde okundu diye cevap yazmış. Fakat bir şekilde duyulur diye de padişaha “ihtilal-i dimağ” iftirasını atmışlar.

Cevdet, Asım’ın dediği gibi hatt-ı hümayunu gizlemek için vükelânın padişaha iftira etmelerini akla uzak görüyor. “Fakat her nasılsa saray-ı hümâyunda bulunan birtakım terbiyesiz halkın zevzekliği” dolayısıyla öyle ihtilale elverişli (müstaid-i ihtilâl) olan vakitlerde böyle dedikoduların halk arasında yayılması “pek yolsuz ve uygunsuz bir keyfiyet olmuşdur” diyor. Tabii mesele sadece bir şayiadan hatta iftiradan ibaretse padişah için bu telaş niçindi, ilaç ve tedavi aramaya neden gerek duyulmuştu, orasının Cevdet’de bir cevabı yoktur. Cevdet Paşa, dönemin devlet adamlarını da temize çıkararak, uydurma sözler yayma suçunu saraydan bazı kişilere yüklüyor ama asıl sorun padişahın ruhî durumu muydu yoksa şayia çıkarmanın uygunsuzluğu muydu?

İlginç olan, Cevdet Paşa’nın, III. Selim’in psikolojik bir kriz yaşadığı konusunu “şayia” diyerek kapatmaya çalıştığı bu kısımdan hemen önce padişahın nazik mizacı yüzünden Valide Sultan’ın, oğlunu nasıl korumaya çalıştığını hikâye etmesi. Padişah az şeyden çok etkilendiği için annesi, “sorunlu konular” (mevadd-ı müşkile) çıktığında, vükelânın kendi aralarında bir çözüm bulması ve “zihn-i hümâyunun işgal olunmaması” hususlarını sadrazam olanlara ve diğerlerine tenbih ve tavsiye edermiş. “İşler ise günden güne sarpa sarmakta ve halkın vükelâ hakkında olan adavetleri artmakta” imiş. İşin sonunu düşünen kibar takımı bile “Şah vakıf gerekdir ahvâle / vükelâya kalursa vay hâle” beytini tekrar ediyormuş…

İyi, güzel de Cevdet’in burada çizdiği resim, biraz aşağıda anlattıklarını tamamlıyor gibi. Oradaki, işlerin kendisinden saklandığını anlayan ve her şeyin hemen kendisine bildirilmesini isteyerek devlet adamlarını tehdit eden Selim resmiyle, buradaki Valide Sultan tarafından mizacı hassas diye koruma çemberi altına alınan Selim görüntüsü birbirleriyle uyumludur. Böyle de olması normaldir çünkü Asım, bu iki konuyu, yani padişahın psikolojik rahatsızlığıyla Valide Sultan’ın müdahalesini aynı bağlamda anlatıyor. Yalnız, Asım’a geçmeden önce Cevdet Paşa’nın bu hadise için bir tarih vermemekle birlikte, kafasında, Selim’in saltanatının ihtilale doğru gitmekte olduğu son dönemlerinin olduğunu belirtelim.

Cevdet’in kaynağı Asım ise aynı olayı iki ayrı versiyon hâlinde anlatıyor. Asım Tarihi’nin matbu ikinci cildinde bu versiyonlar vardır ama Sayın Ziya Yılmazer tarafından mevcut yazma nüshalar da dikkate alarak hazırlanan tenkitli metni kullanıyorum çünkü matbu metinle arada ciddî farklar bulunuyor. Bunların ilkinde, III. Selim, hatt-ı hümâyununda “Vükelâ-yı devlet nâmına olan” kötü huylu gaddarların yaptıklarını sayar, olan bitenin kendisine acilen bildirilmesini ve bu hatt-ı hümayununu sadrazamın herkesin içinde okumasını ister. Dönemin sadrazamı Yusuf Paşa, gelen yazıyı gizlice Yusuf Ağa’ya (Valide kethüdası) gösterir. O da diğerlerine haber verir. Selim’in sır kâtibine meseleyi söylediklerinde, giden hatt-ı hümâyunun kendi yazısı olmadığını ve “politikalarına münâfi” (aykırı) olan bu hattan haberi olmadığını söyler. Tuhaf, Selim’in diğer “hatt-ı hümâyunlarını sır kâtibi mi yazıyormuş ki?

O zaman da vükelâ şu şeytanî planı geliştirir: Padişahın on günden beri “mizaç-ı şeriflerinde galebe-i sevda sebebiyle mess-i cin misüllü ihtilâl peyda” olmuştur. Dimağında kötü fikirler ve yersiz hayaller olduğu görülmektedir. Yeme ve uykudan uzak, huzur ve rahattan ayrılmış, sözleri ve fiilleri perişandır. Zaman zaman ateşten sayıklayan ve hayaller gören (mahmum ve mübersem) biri gibi ipe sapa gelmez, anlamsız sözler söylemektedir. Hekimbaşı tedavi etmeye çalışır. Ricâlden her biri ise sır tutmaları kaydıyla kendi mahrem ve akrabalarına durumu söyler. Onlar da kendi samimi olduklarına… Sır, seçkinler arasında yayılır. Ricâl, gizlice Rum ve Frenk doktorlarını davet eder ve “yebûset (kuruma) ve sevda galebesi” hakkında sohbetler ederler. Kısaca aralarında gizli bir sır olmak üzere “cismanî ve ruhanî” tedavi ve ilaca başlarlar. Bir yandan da baltacılar ve hasekiler tekke ve hankâhlara taşınır, her birinde kurbanlar keserler. Büyücü, üfürükçü, tılsımcılar da ihmal edilmez. Giderek, kendi aralarında kimi cismanî bir rahatsızlık olduğuna, kimi de nizam-ı cedid askerinden nefret eden kâfirlerin padişaha zarar verme amacıyla sihir ve efsun yaptığına, kimi ise ülke içindeki bedhahların “kahriyye” okumalarına hamlederek ruhanî olduğuna karar verirler. Bu hadise iki üç gün içinde halk tabakasına da yayılır ve onlar da berber dükkânlarında ve kahvehanelerde türlü manalar vererek konuşmaya başlarlar.

Asım, “Hulasa-i kelâm Padişah-ı enâm hazretlerine ihtilal-i dimağ iftirasıyla hatt-ı merkumu ilga ettiler” diyor. Bir taraftan da Valide Sultan, anne şefkati ve oğlunu koruma kaygısıyla padişahı etkileyecek ve aydınlık gönlünü karartacak haber ve halleri yazmamaları için sadrazamları ve diğer görevlileri sık sık yasaklar ve önler, bu tür işleri kendi aralarında halletmelerini söylermiş. Bu da, Asım’ın “zümre-i müstevliyan” dediği ricâle fazladan bir istibdat gerekçesi olurmuş. “İşte bu minval üzere Âl-i Osman devleti ecanibler (yabancılar, başkaları) yedinde karar bulmuş idi” diyerek yukarıdaki tablosunu tamamlıyor. Demek ki, Selim’in üzerinde sıkı bir anne kontrolü varmış ve Valide Sultan, sadece bir kereliğine değil, sürekli müdahil durumdaymış…

Asım konuya bir kez daha döndüğünde kendisinin “iftira” teziyle bir miktar çelişki içindedir. Padişah, her ne kadar mektubu dışından okuyacak feraset, akıl ve kiyasete sahip biri olarak “müstevliyan-ı saltanat’ın” zorbalıklarını anlayıp idrak etse bile katiyen savunacak gücü ve karşı koyacak cüreti yokmuş. Ayrıca, “Sâmirriyûn efsunlarıyla” büyülenmiş olduğu şüpheden uzakmış! Yani Hz. Musa Tur-i Sina’dayken altından bir buzağı yapıp halkı azdıran Samirî’nin izleyicilerinin büyüleri gibi büyüler söz konusuymuş. Bu istilacılardan her biri hediyeler verip şeyhleri, tekkeleri sahiplenmekten başka az bilgili birtakım kişileri de yanlarına çekiyor, padişahı kendilerinden hiçbirine karşı çıkamayacak hâle getiriyorlarmış. E, hâl böyleyse, ricâlin, padişaha iftira atmasından öte, onu büyüleyerek kıpırdayamaz duruma getirmeleri söz konusudur!

Asım, bu kez, III. Selim’in başına gelenlerin 1217 tarihinde Beşiktaş Sarayı’na geçildiği sırada, padişahın sihirden bir nefeslik bir boşluk bulduğu anda olduğunu söylüyor. Yılmazer, bu tarihin 4 Mayıs 1802 Salı günü olduğu notunu düşmüş. Bu anlatımda, Selim’in hatt-ı hümâyunu daha ağır tehditler içermektedir. Padişah, zalimlerin bulundukları görevlerden azledileceklerini ve cezalandırılacaklarını söylüyormuş. Tarih belirtilmesinden dolayı artık Yusuf Ziya Paşa olduğunu kesinlikle anladığımız sadrazam da bu hattı İbrahim Kethüda ve daha birkaç sayılı kişiye gizlice gösterir. Onlar da, saklanması hususunda sıkı tenbihler ve tehditlerde bulunur. Fakat sonra durum anlaşılır endişesiyle “bi’l-meşvere” toplanarak, padişahı cin tuttuğu veya düşman tarafından büyü yapıldığı için dimağının bozulduğunu ve birbirine ters düşen sözler (yekdiğere münâkız serd-i kelimat) ettiğini ve bazı hayaller gördüğünü söyleyerek ve güya bu durumun halk tarafından duyulmasından kaçınarak tekkelerde bazı dualar okutmaya başlamışlar. Durumun farkında olan dikkatli kişiler ise dillerini tutarak, başlarını sallayarak Allah’a sığınırlarmış.

Asım’ın temel kaygısının Selim’in psikolojik sorunları olduğunu anlatmak mı yoksa devleti istila edenler olarak gördüğü Nizam-ı Cedid ricâlini yermek mi olduğu tartışılır tabii ki. Asım’dan daha öğreneceklerimiz var. Dahası III. Selim’in kendi yazdıklarını tarayarak bir psikolojik sorun yaşayıp yaşamadığı yolunda o taraftan bir işaret var mı, görmeye çalışacağız.

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum