Neye Osmanlıca diyoruz?

Osmanlı yazarları, mesela Ahmed Cevdet Paşa, “Osmanlı dili” dendiğinde küçük bir grup seçkinin kullandığı anlaşılmaz bir yazı dilini anlamıyordu.

Geçen yazımda dilde sadelik konusunu zamansallık boyutu katarak tartışmanın ve sadeleşmenin lineer bir kronolojisini oluşturmanın güçlüklerine değinmiştim. Gerçekten de yalın bir dille yazılmış metinlerle, söz sanatlarıyla süslenmiş olanlarını aynı anda görebiliyoruz. Divan şairleri ve münşilerin ağdalı bir dille yazdıkları yolunda bir genelleme tabii ki yapılabilir ama orada da bu üslûpla yazanların Türkçe bilmediklerini veya daha yalın bir Türkçeyle yazamadıklarını söyleyemeyiz. Aynı şair / yazarın aynı metninde her iki tarzı sergilediğini gördüğümüz hâller bile oluyor. Yine de meseleye yazarlar / şairler açısından değil, ürettikleri metinler açısından yaklaşmanın daha sağlıklı olduğu düşüncesindeyim.

Ortaya konan edebî ürünün diline nasıl bir isim verileceği de epeyce tartışılmıştır. Hâlâ yaygın bir anlayışa göre, bir metin ne kadar “tasannu” (sanatlı, olduğundan farklı göstermek amacıyla süslü, yapmacık) ile yazılmış, ne kadar çok Arapça- Farsça kullanıyorsa “Osmanlıca”, ne kadar yalın ve anlaşılırsa “Türkçe”dir. Mesela, merhum Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Safhaları adlı meşhur eserinde, Osmanlı dönemindeki Türkçeye genel anlamda Osmanlıca denemeyeceğini, her Türkçenin Osmanlıca olmadığı görüşündedir. Ona göre sarayla medresenin desteklediği bir klasik edebiyat, kendine mahsus bir edebiyat meydana getiren tekke ve halk edebiyatını devam ettirmeye çalışan bir yeniçeri ocağı vardır. Tekke ve halk edebiyatlarının dili Türkçeyken, “klasik edebiyatın dili ise Arap ve Farsçanın etkisi altında büsbütün başka bir yol takip eden yapma bir dildi.” Şöyle devam ediyor:

“Bununla beraber, bu yapma dil, ancak hüner ve marifet göstermekten ibaret olan eserlerde yer tutuyor, Türkçe ise, konuşma dili olarak halk arasında, yazı dili olarak da halk için yazılan eserlerde canlılığını muhafaza ediyordu. Hattâ yaşıyan bu sade Türkçe, Divan şairlerinin eserlerinde bile görülmekte idi. Onlar da halk için yazmak istedikleri zaman açık Türkçeye başvuruyorlardı.

O halde, ilk günden beri yanyana yürüyen iki ayrı dille karşı karşıya bulunuyoruz, demektir. Biri konuşulan ve yazılan Türkçe, öteki ise yalnız bazı aydınlar için yazılan fakat hiç konuşulmayan yapma Türkçe. Bunları birbirinden ayırdetmek için adlandırmağa elbette lüzum vardır. Hangisine Türkçe, hangisine Osmanlıca diyoruz?

18-03/04/kr11cevdetpasa.jpg

Levend, daha sonra örneklendirmeye gidiyor. Ona göre, “Kafasını kılıçla gövdesinden ayırdı” cümlesi Türkçedir, Nergisî’nin aynı eylemi anlatmak için kullandığı “Mikrâs-ı tîg ile gerden-i kâfur’iltibasından fark-ı pürlemeânını cüdâ kıldı” cümlesi Osmanlıcadır. Aslında Nergisî’nin, ilk cümleden daha fazlasını söylediğini, cümlesinin uzunluğuna bakarak bile anlayabiliriz, ama şunu söylüyor: “Parlayan tepesini kâfura benzeyen boynundan, kesecek kılıç ile ayırdı”. Meselenin, Türkçe kelimeler yerine basitçe Arapça ve Farsça kelimeler kullanılmasından ibaret olmadığı, ikinci cümledeki nitelendirmelerden kolayca görünüyor; burada münşiyâne bir dil kullanımı söz konusudur.

Levend’in “Osmanlıca” ya verdiği bir diğer örnek ise Baki’nin Sultan Süleyman için yazdığı mersiyeden alınmadır:

“Ey pâybend-i dâmgeh-i kayd-ı nam ü neng

Tâ key hevâ-yi meşgale-i dehr-i bîdireng”

Bu cümlenin bir fiili bile olmadığını belirten Levend’in hükmü şöyledir: “İki mısradan ibaret olan bu tam cümlenin içinde bir tek Türkçe kelime olmadığı gibi, fiil yerine kullanılan zarf ile birlikte, özne de, nesne ve bağlar da Farsçadır. Buna Türkçe diyebilir miyiz? İşte Osmanlıca diye adlandırdığımız dil, halkla ilgisini büsbütün kesen bu dildir; Veysî’lerin Nergisî’lerin ve sonradan onları takip edenlerin kullandığı yapma dildir.”

Bir lahza duralım, iki ayrı dil varsa, biri yaşayan ve toplumun kullandığı Türkçeyse, diğeri ise az sayıda aydın için yazılan yapma bir Türkçeyse, ikisi de aynı anda Osmanlı toplumunda bir arada bulunuyorsa, biz neden bu dillerden yapma olanına “Osmanlıca” diyoruz? Yalın, anlaşılır bir Türkçeyle yazılan metinlere neden “Osmanlıca” demiyoruz? Onlar da aynı toplumda, aynı dönemlerde yazılmadı mı? Bu iki Türkçeden, yalın olmayan, karmaşık ve süslü olanına, Arapça ve Farsçadan yoğun kelime ve bazen de gramer kuralı ödünçlemesi yapanına, bazen de “yeni” Arapça ve Farsça kelimeler üretenine “Osmanlıca” denmesi ideolojik olarak muhakkak ki yüklü bir tercihtir.

Şu kadarını söyleyebilirim ki, 19. Yüzyıla gelinceye kadar “Osmanlıca” veya ona karşılık gelecek “Lisan-ı Osmanî”, “Osmanlı lisanı / dili” gibi bir kullanım görülmez. Osmanlıların kendi dillerini anlatmak için kullandıkları kelimeler, “Türkçe”, “Türk dili”, “Türkî” veya “lisan-ı Türkî”dir. 19. Yüzyılda “Osmanlı milleti” gibi yeni bir siyasî kimliğin icat edildiği bir dönemde, diğerlerinin yanında “Osmanlıca” veya “lisan-ı Osmanî” kelimeleri de kullanılır olmuştu ama o zaman, bu kelimelere, bugün yüklenen olumsuz değerlerin hiçbirinin atfedilmediği görülüyor.

Sanırım bu noktayı en iyi, Levend’in, Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sından aktardığı şu sözlerde görebiliriz:

“Eş’ar-ı Osmaniyye berveçh-i bâlâ Acem tarzına döküldüğü gibi kudema-yı münşiyan-ı Osmaniyye, nesirlerinde dahi bu tarz üzere tarik-i tescî’i iltizam etmekle, havâsa mahsus bir lisan peyda olarak artık tahririmiz takririmize uymaz oldu. Fesahat ise beynennas zebanzed olan elfaz ile ifade-i meram demek olduğundan, nazmımız gibi nesrimiz dahi fesahatten ârî ve tumturak-ı elfazdan ibaret bir suret kesbetti. Hayli zaman bu hal üzere gitti. Nihayet Sultan Mecid asrında Sultan Osman’ın açtığı çığıra avdetle lisân-ı Osmanîye ehemmiyet verilerek edebiyat-ı Osmaniyye revnak buldu. Ve söylendiği gibi fasihâne ve beligâne yazılır oldu.”

Cevdet Paşa’nın söyledikleri oldukça açık yine de burada olduğundan daha sade yazdığı zamanlar vardır. Kısaca, Osmanlı şiirinin Acem tarzına döküldüğü gibi Osmanlı nesrinin eski ve büyük münşileri de kafiyeli, sec’li yazma yolunu tutmuş. Seçkinlere mahsus bir dil ortaya çıkıp yazımız konuşmamıza uymaz olmuş. Anlaşılırlık ise insanlar arasında dilden dile dolaşan kelimelerle meram anlatmakla olacağından şiirimiz gibi düzyazımız da açıklıktan uzak, tumturaklı kelimelerden oluşur bir hâle gelmiş. Sonunda Abdülmecid zamanında Sultan Osman’ın açtığı çığıra dönülmüş, Osmanlı diline önem verilmiş, Osmanlı edebiyatı parlamaya başlamış ve konuşulduğu gibi açık ve anlaşılır bir şekilde yazılır olmuş.

Görüldüğü gibi Cevdet Paşa da yalnız havâsın kullandığı bir dilden yakınıyor, konuşulan dil ve yazı dilinin uyumsuzluğunun bir sorun olduğuna dikkat çekiyor. Eski münşilerin ve şairlerin oluşturdukları o dili o da fasih bulmuyor ve beğenmiyor. Fakat o tumturaklı kelimelerden ibaret bir hâle gelen dile de “Osmanlıca” demiyor. Tam tersine, Abdülmecid döneminden başlayarak açık ve anlaşılır bir şekilde yazılmaya başlayan dile “lisân-ı Osmanî” diyor. Uzun sözün kısası, onun için Osmanlı dili küçük bir grup seçkinin kullandığı anlaşılmaz bir yazı dili değildir!

Ben de “Osmanlıca” denince kaçınılmaz olarak tasannulu, sanatlı, yapma bir dili değil Osmanlı Türkçesini anlıyorum. Osmanlı Türkçesi olup çok sade yazılan metinler olduğu gibi, yazandan- üretenden başka kimsenin anlamayacağı son derece karmaşık, hatta bozuk ifadeli ve yapay bir dille yazılmış metinler de vardır. Bu arada, bazı kavram ve nesne adlarının Türkçede bulunmadığı için başka dillerden alındığı yolundaki yaygın görüş de her zaman doğru değildir. Türkçede “araba” kelimesi bulunmadığı için mi Esad Efendi “gerdûne” demişti? “Güzel yazı” hünerleri sergilemeye çalışanların tercihlerinden yola çıkarak herhangi bir dilin kelime yeterliliği hakkında bir hüküm verilemeyeceği gibi Türkçe hakkında da verilemeyeceği kanısındayım. Yukarıdaki örneklerde, Nergisî’den yapılan alıntı ağır bir Osmanlıca inşa örneğidir. Baki’nin o beyti ise Türkçe olmadığı için Osmanlıca da değildir, Farsçadır, ama şükür, Baki’nin tek beyti de o değildir!

“Saray” ile Levend’in (ve daha başkalarının) anladığı veya anlamlandırdığı şekliyle “Osmanlıca”, yani o musanna ve yapma dil arasındaki ilişkiye gelelim. Sarayın, Osmanlı klasik edebiyatını desteklediği hatta o edebiyatın üretilmesine doğrudan katıldığı söylenebilir tabii ki. Şairlerin ve yazarların teşvik edilmesinin ötesinde, Avnî (Fatih), Muhibbî (Kanunî), Muradî (III. Murad) gibi mahlaslarla yazan ve kendileri de divan sahibi olan çok sayıda Osmanlı sultanı vardı. Ama o klasik edebiyat “Arap[ça] ve Farsçanın etkisi altında büsbütün başka bir yol takip eden yapma bir dil” ile mi üretiliyordu, emin değilim.

Avnî’nin elbetteki daha az yalın bir Türkçeyle, hatta ona bakarsanız Arapça ve Farsça dizeleri bile var ama “Bir güneş yüzlü melek gördüm ki ‘âlem mâhıdur / Ol kara sünbülleri ‘âşıklarının âhıdur” veya “Sevdün ol dilberi söz eslemedün vay gönül / Eyledün kend’özüni ‘âleme rüsvay gönül” dediğinde o yapma dili mi görüyoruz? Muhibbî, “Benüm servüm benüm cânum n’içün dün gice gelmedün / Güzeller şâhı sultânum n’içün dün gice gelmedün” derken hiç mi anlaşılmıyor? Ya Muradî, “Sakın binâ-yı şer‘den koparmagıl bir taş / Koparsa taş eger, yarılur nice bin baş” dediğinde Eski Anadolu Türkçesiyle yazan hangi şairi utandırıyor? Sonuçta, yukarıdaki şair sultanların yazdıkları meydandadır ve herkes tarafından incelenebilir. Ayrıca, tekke ve halk edebiyatı olarak adlandırılan ve divan ve münşi edebiyatının karşısında bir yerlerde konumlandırılan edebiyatlarda da Arapça ve Farsçanın büyük etkileri olduğunu görmezden gelemeyiz gibime geliyor.

Her hâlükârda, sarayın veya tek tek padişahların herhangi bir yazar veya şaire “Öyle karışık ve kapalı yazın, o kadar yakası açılmadık Arapça ve Farsça kelimeler kullanın ki kimse tek kelime bile anlamasın, kamus ellerinden düşmesin” türünden bir yönlendirmede bulunduğunu bilmiyorum. Aksi yönde ise epeyce kanıtımız bulunuyor. Cevdet Paşa’nın, yukarıdaki sözlerinde, Osmanlı devletinde açtığı çığırdan, devletin dili olarak Türkçenin benimsenmesinden dolayı Sultan Osman’a övgü olduğu gibi, döneminin sultanı Abdülmecid de bu yola geri dönerek Osmanlı diline önem vermekle övülüyor. II. Mahmud’un, Takvimhane nazırı ve vakanüvis Esad Efendi’den umumun anlayabileceği kelimeler kullanmasını istediğine ve bunlar kullanılarak yazılmış bir metni, “sanatlı” yazılmış bir metne tercih ettiğine geçen yazımda değinmiştim.

Dahası, II. Mahmud’un kaleminden çıkan hatt-ı hümâyûnlardaki dili esas alacak olursak padişahın kendisinin de yukarıda tarif edilen türden yapma bir “Osmanlıca” değil bayağı bayağı “Türkçe” yazdığını kabul etmemiz gerekecek. II. Mahmud bir hattında, “Şu serdar-ı ekremin uzayub da ordu-yu hümâyûna gelememesi çok ehem ve elzem olan maslahatın geriye kalmasına bais oluyor. Allah vere şu günden geleydi” diye yazdığında gününün eğitimli kişilerinin kullandığı Türkçeden ne kadar uzaktı dersiniz? (HH 42460) Aynı şekilde babası I. Abdülhamid’in (1774-1789), “Gayri bildim, bizim devletin işi Allah’a kaldı” demesini bugün sokakta kaç kişi anlamaz?

Son bir husus olarak, açık ve anlaşılır bir Türkçeyle yazılmasını teşvik eden padişahların sadece yaptıkları ıslahatı halk kitlelerine anlatma kaygısıyla hareket eden son dönem sultanları olmadığını, Türkçenin çok daha önceleri de güçlü koruyucuları olduğunu yazacaktım. Yerim kalmadı. Şimdilik Saray’ın yapma bir dilin oluşturulmasına önayak olduğu konusunda elle tutulur kanıtlar göremediğimi söylemekle yetineyim.

YORUMLAR (9)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
9 Yorum