İmparatorluk olarak modernleşmek
Penah Efendi’nin düşünceleriyle örtüşen ve kısaca ıslahat veya modernleşme başlığı altında toplayabileceğimiz görüşlerin 18. Yüzyıl sonundan başlayarak Osmanlı seçkinleri arasında güçlü bir şekilde yankılandığı, hatta bazılarının uygulamaya da konduğu söylenebilir. Bu seçkinlerden Sadık Rifat Paşa hatta Mustafa Sami Efendi gibi bazılarının Penah’ı okuduğu yolunda karineler de vardır.
Gerçekten de, devletin işlevleri, merkez ve taşra yönetiminin ıslah edilmesi, modern bir ordu kurulması, halkın eğitilmesi, Osmanlı arazisinin verimli / güzel olduğu, ıslahatların kısa süre içinde sonuç vereceği, merkezileşme; özellikle güneydeki vilayetlerin yeniden ve gerekirse zorla fethedilerek oralardan gelecek vergi gelirlerine kavuşulması gibi konuların Osmanlı aydınlarınca sevildiği kolayca görülüyor. Bunlardan, halkın eğitilmesi veya yerli sanayinin teşvik edilmesi gibi Osmanlı konjonktüründen ayrıştırılabilecek daha teorik seviyedeki görüşlerin hâliyle daha uzun ömürlü olduğunu, hatta Cumhuriyet’e kadar geldiğini söylemek mümkündür. Bu arada, Penah Efendi’nin eserinin kısa bir süre Sayın Abdullah Zararsız tarafından, orijinal metnin tıpkıbasımını da içeren yeni bir yayınının yapıldığını not edeyim. 2017’de ilk Penah Efendi yazılarımı yazdığım sırada piyasada olmayan ve dolayısıyla o zaman kullanamadığım bu yayın, merhum Aziz Berker’in atladığı kısımları da içermesinden ve yanlış okunan bazı kelimeleri düzeltmesinden dolayı her açıdan tercih edilmelidir.
Kıymetli metallere verdiği önem, lüks ithalatın kısılması, yerli sanayinin teşviki ve dahası devlete müdahaleci bir rol biçmesinden dolayı merkantilist fikirlerden çokça etkilendiğini düşündüğüm Penah’ın bazı fikirlerinin de fizyokratları memnun edeceğini söyledim. Bunu belli bir bağlamda söylüyorum ve birazdan açmaya çalışacağım. Ama önce değinmemiz gereken bir sorun var: Penah Efendi’nin görüşlerinin Osmanlı düşünce tarihi içerisindeki yerini tesbit etmekten daha güç bir şey varsa, o da, onun, çağdaşı Avrupa’da kimlerden etkilendiğini gösterebilmektir. Sonuçta Penah, Colbert, Quesnay veya Smith gibi isimleri telaffuz etmiyor. Hoş, çağdaşı Ebubekir Ratip Efendi gibi bazı Avrupalı aydınları ismen zikretmiş bile olsa, bu düşünürlere doğrudan ulaşımının olduğunu veya onları okuduğunu yine ileri süremezdik ama hiç olmazsa kimlerden etkilendiği hususunda iyi kötü bir fikrimiz olurdu.
Öte yandan da, Penah’ın, Zanta adasındaki Venedikli dostlarıyla haberleştiğini, Habeşistan’a gidip dönen Ortodoks rahiplerle konuştuğunu ve tabii ki memleketi Mora’daki Rum aydınlarıyla temas hâlinde olduğunu kendi yazdıklarından anlayabiliyoruz. Mecmuasının ilk risalesi olan ve 1770 ayaklanmasını anlattığı Mora Seferi’nde, Balyabadra (Patras) kalesinin Rum asilerin kuşatmasından kurtarılmasından sonra onlardan kalan bir defterin bulunduğunu ve asilerin günlük yirmi dört bin tayın verdiğini gördüğünü söylediğine göre Penah’ın Yunanca bilgisi konuşmakla da sınırlı değildi.
Penah’ın dostları arasında “Yunanca fenleri” tamam ettikten sonra “Latin ve İtalyan lisânları üzere dahi fenleri” öğrenmek amacıyla Nemçe (Avusturya) ülkelerine giden ve 15 sene oralarda kaldıktan sonra 1192 (1778) yılında Osmanlı Mora’sına dönen ve Osmanlı taraftarı olan bir rahip özellikle dikkat çekiyor. Maalesef adını vermediği için bu rahibin de izini süremiyoruz. “Bir rahipten iktisadî (ve diğer) konular öğrenilir miymiş” diye düşünülebilir ama o dönemde ekonomi disiplininin ahlâkî, felsefî ve dinî konular ile ilişkileri sanırım bugüne göre daha belirgindi. Avrupa’da olup da iktisadî konularda görüş beyan eden o kadar çok din adamı vardı ki… Tatarcık Abdullah Molla gibi ulema kökenli Osmanlı aydınları düşünülürse bu resme Osmanlıyı da kolayca dâhil edebiliriz. İktisat alanında henüz bir profesyonelleşmenin lâyıkıyla belirmediği bir çağda bu durum normaldir. İlk bilimsel iktisat ekolü olarak kabul edilen fizyokratların teorisyeni Quesnay’nin, Fransız kralı XV. Louis’nin doktoru olduğunu hatırlamak da bu bağlamda faydalı olabilir…
Fizyokratlar, adlarının da ima ettiği gibi tabiatın işine karışılmamasını, iktisadın da doğa kanunlarına benzeyen kanunları olduğunu, devletler tarafından müdahaleye maruz kalmaması ve kendi hâline bırakılması gerektiği düşüncesinden hareket ediyorlardı. Quesnay’nin vecizesi “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (laissez faire, laissez passer) meşhurdur ve sonraları serbest ticaret düşüncesinin adeta düsturu olmuştur. Fizyokratların en temel düşüncesi servetin kaynağının toprak ve tarım olduğuydu. Onlara göre geri kalan iktisadî faaliyetler net bir artık değer yaratamıyordu. Yalnız hemen söyleyeyim ki, böyle düşünmeleri fizyokratların tarım sektörü yanlısı bir lobi oldukları anlamına gelmiyordu. Toprak üzerindeki mülkiyet ilişkilerini ve toprak sahiplerinin rant alma hakkını kabul ediyorlardı ama onlara göre, servetin kaynağı eğer topraksa, vergiyi de toprak sahipleri vermeli, ticaret ve endüstri rahat bırakılmalıydı!
İlginçtir, merkantilist düşüncelerini gördüğümüz Penah için de toprak ilk sıradadır:
“[i]‘mâr-ı cihân ve hazine-i hümâyûn ashâb-ı arâzidendir ve cemî‘ vâridâtı ashâb-ı arâzî verür ve erbâb-ı sanâyi‘ ve hırfet ve ‘âmme-i Benî Âdem’in rahatları ashâb-ı arâzînin i‘marıyla olduğuna iştibâh (şüphe) yoktur.”
Görüldüğü gibi Penah, dünyanın bayındırlığının ve hazinenin kaynağının arazi sahiplerinin vergileri yani toprak olduğunu, dolayısıyla sanayi erbabının, esnafın ve tüm diğer insanların rahat edebilmesi için arazi sahiplerinin de iyi durumda olmaları gerektiğini söylüyor. Onun, toprağa ve toprağın ürettiği değere verdiği bu öncelik, hiç olmazsa servetin kaynağını belirleme açısından fizyokratların görüşleriyle örtüşüyor. Bu düşünceyi ve öncelik sıralamasını çağdaşı Avrupa’dan mı aldığını, yoksa üreticilerinin çoğu köylü olan ve gelirinin çoğunu tarım sektöründen elde eden bir imparatorlukta yaşamasından dolayı kendisinin mi keşfettiğini belki de hiç bilemeyeceğiz.
Yalnız şu kadarı var ki Penah Efendi’nin, Avrupa’daki fizyokratlardan farklı olarak ama onlarla herhangi bir tezat içinde olmaksızın ülkesindeki toprak kullanma sistemiyle barışık olmadığını söyleyebiliriz. Bu da, Osmanlıda tarım arazileri üzerinde hâlâ özel mülkiyet bulunmamasından kaynaklanmaktaydı. Köylü, devlete belirli bir tapu resmi vererek babasının işlediği toprağın kullanım hakkını alabilirdi ama ziraî arazinin mülkiyeti hâlâ padişaha aitti. Penah, tarlaların, bağ ve bahçe gibi “ruhsat-ı ‘aliyye ile” varislere geçmesine izin verilmediği için bu arazilerin zorba yöneticiler ve ayanlar elinde kaldığını ve onlara da pek faydasının dokunmadığını savunuyor.
Ayrıca, “kızdan kıza tapu” olmadığı için, yani babasından kalan araziyi tapu resmi vererek kullanan bir kadının eğer erkek çocuğu yoksa tarlası elinden çıktığı için arazi boş kalıyor, bunlara el koyan zorba ayan ve yöneticiler de araziyi başkalarına veriyorlarmış. Böylece, “beş-on kese irâdlı karı vefat etdikte” arazi elden gidiyor ve kızı veya annesi dilencilik veya başka “kabih” işler yapmak durumunda kalıyormuş. Penah’ın önerisi radikal olduğu kadar da basittir. Devlet merhamet buyurup “tapuyu külliyen” kaldırmalı, araziyi “bağ ve bağçe misüllü sahiplerine temellük” buyurmalı, arazi varislere meccanen geçmelidir. Eğer, tarım arazileri “mülkiyet üzere” verilmiyorsa, o zaman da ölenin, kadın olsun, erkek olsun, mirasçıları tapu ile araziyi alabilmelidir. Ancak herhangi bir mirasçı kalmayınca arazi beytülmalin olur. Penah, hiç mirasçı kalmaması durumunda bile arazinin “Müslüman olsun Rum olsun” köy halkına ortak olarak verilmesini ve başka yerlerin ahalisine verilmemesini öneriyor. Mülkiyet ilkesinin kabul edilmesi durumunda, isteyen arazisini hüccet ile başkasına tabii ki satabilecektir. Konu çok büyük ve karmaşık, şimdi dağılmayalım ama kısaca not edeyim ki 1858 Arazi Kanunnamesi, hiç değilse “kızdan kıza tapu olmaz” ilkesini değiştirdiği için Penah’ın önerilerinden birini uygulamaya koymuştu.
Penah Efendi’nin toprağın daha iyi işlenmesine, dolayısıyla da devletin gelirinin artmasına yarayacağını söylediği bu önerilerini Mora’da ihtilâlin verdiği hasarı tamir etmek için gündeme getirdiği söylenebilir. Ne var ki Efendi, araziyle ilgili bu düzenlemelerin sadece Mora’da değil, Yanya, Selanik, Avlonya ve Delvine gibi sancaklarda da yapılmasını ve uygulama geliştikçe başka yerlerin de “tedricî bu nizama bend” edilmesini istiyordu. Onun, Mora’nın sınırları dışında, hatta imparatorluk ölçüsünde ıslahatlar önerdiği görülüyor. Tuna havalisinde, bazen Rumeli’nde ve daha başka yerlerle bazı arazilere kimsenin mutasarrıf olmadığını, ancak Ulah ekincilerin seçtikleri belirli yerlere ekin ektiklerini ve bu durumun reaya nüfusunun azlığından kaynaklandığını belirtiyor. Bu tür araziler teftiş olunmalı, kayıt altına alınmalı, öncelikle yerli ahaliye “meccanen” dağıtılmalıdır. Ayrıca, bazı Rum casuslar aracılığıyla Polonya ve daha başka yerlerden reaya celp edilmeli ve bunların “her birine mirî senediyle meccanen birer çift arazi” verilmelidir.
Penah Efendi’nin bu önerilerini, ihtilal ve savaş şartlarından dolayı Osmanlı reayasının Avusturya İmparatorluğu’na kaçtığı ve orada yerleştiği bir ortamda yaptığını belirterek devam edelim. Ona göre Balkanlardaki boş kalan tarım arazileri “ehl-i İslâm reayasından” olanlara da dağıtılmalıdır. Mesela Arnavutluk’tan fukara kimselere çoluk çocuklarıyla yerleşmek üzere bu boş arazilerden birer çift ihsan edilmelidir. Böylece hem Tuna boyları mamur olur hem de göçmenler asker olurmuş. Eğer kendi istekleriyle gitmezlerse her kasaba ve köydeki yoksul sınıftan bir miktarı fermanla yerlerinden kaldırılıp iskân edilmelidir. Böylece Hotin’e kadar bölgede boş arazi kalmazmış.
Penah Efendi’nin tarımla ilgili projeleri kimlerin nereye iskân edileceğinden ve boş toprakları topraksız köylü ile buluşturmaktan ve ülkeye dışarıdan ziraatçılar getirmekten ibaret değildi. İklime göre her bölgede değişik ağaçlar dikilmesini, ipekçiliğe ve zeytinciliğe özellikle dikkat edilmesini istiyor, badem, fındık, fıstık, diğer meyve ağaçlarının çok dikilmesini, özellikle bağların yetiştirilmesini öneriyordu. “Öneriyor” diyorsak, devlete öneriyor, devletin tarım üretimine el atmasını istiyor. Yoksa çiftçiler açısından çok daha tepeden inmecidir. Mesela yabani zeytin ağaçlarının aşılanmasına ihtimam edilmesi hususunda “ziyadesiyle etraf tehdid oluna” diyor. Aynı şekilde, çiftçilerin bağ yetiştirmeleri için her sene fermanlarla tehdit olunmalarını söylüyor. Bununla da kalmıyor; fermanları götüren tatarlar “her sene ne mikdar gars olunmuşsa (dikilmişse) imzalu defter getüreler” diyor. Suyun bol olduğu yerlerde pirinç, uygun olan yerlerde şeker [kamışı] ziraatı yapılmasını öneriyor. Yeni baştan ekilen yerler yine sahiplerinin olacakmış ama devlet de öşür alacakmış. Bir yandan insanların geçinmeleri sağlanırken diğer yandan devlet için yeni gelir kaynakları ortaya çıkacakmış.
Penah’ın bir tür iç kolonizasyon da denebilecek uygulamaları içeren bu kapsamlı tarım projelerini Avrupa devletlerinin özellikle sıcak iklimlerdeki kolonyal tecrübesinden bağımsız olarak yazdığını ise düşünmemek gerekir. Her şeyden önce kullandığı dil ve verdiği örnekler buna izin vermiyor: “Hâlen Frengistan’da gerek eşcâr (ağaçlar) gerek metâ‘ içün daima böyle ihtimam ederler. Fransa devleti Amerika’da kahve gars edüb lâyu‘ad (sayısız) akçe hâsıl olduğu zâhirdir.” Memalik-i mahrusada da Yemen iklimine benzeyen pek çok yer varmış. Bunlar, Mısır ve Basra taraflarında olabilirmiş. Birkaç yerde kahve ağacı yetiştirilmesinin denenmesini istiyor. Eğer ihtimam olunur ve kendisinin yazdığı gibi nizam verilirse yeryüzünde zulmün külliyen kalkacağına ve “ekser Frengistan reayaları”nın Osmanlı ülkelerine geleceğine şüphe yokmuş.
Penah’ın bu vizyonerliğine karşın Osmanlı ülkelerinin o zamanki durumu hakkında herhangi bir yanılsaması olduğunu söyleyemeyiz. “Dünya elden çıktı” diyerek, özellikle Osmanlı taşra yönetiminin kötülüğünü, reayanın hiç korunmadığını, zulmün üst boyutlarda olduğunu sıkça vurgular. Ona göre her kazadaki hâkimler, ayanlar ve kocabaşıları “bir cumhur misüllü” olup memleketleri babalarından kalmış gibi alıp veriyorlardı. Bir çözüm, hem devleti aldatıp hem de reayaya zulmetmesinler diye “yerliden” görevliler atamamaktı. Çizdiği resim merkez açısından gerçekten karanlıktır: “Ve böyle şeylerin ve cemî‘ ednâ ve a‘lâ umurun zimamı (yuları, idaresi) Devlet-i ‘Aliyye’nin elinde değil gibidir. Herkes taşrada istediğini işler ve söyler…”
Kısacası, Penah Efendi’nin kaygısı Osmanlı devletinin modernleşmesi, daha etkin bir hâle gelmesiydi ama bir de aşılması gereken büyük bir mesele vardı: Merkezî otorite çok zayıflamış da olsa ve Osmanlı devleti daha çok bir “bağımsız devletler topluluğuna” (commonwealth) benzese de hâlâ bir hanedan imparatorluğuydu. Penah ve daha pek çokları da Osmanlının imparatorluk olarak modernleşmesini istiyorlardı. Önlerindeki “başarılı” örneklerin hemen hepsinin imparatorluklar olmasının bunda herhâlde bir payı vardı. Öte yandan, sıcak ülkeler konusunda bir duyarlılığı vardı ama Penah, Osmanlı devletinin Amerikalar veya daha başka bir iklimde sıfırdan koloniler edinmesini önermiyordu tabii ki.