Evrenos Gazi göçebe miydi?
Tarihçiler yöntem olarak daha çok tümevarımı kullanır. Ampirik verilerin toplanması ve tasnif edilmesinin olaylar arasındaki nedensellik ilişkilerinin belirlenmesi için elzem olduğu bir çalışma alanında bunun şaşırtıcı bir yanı olmasa gerekir. Öte yandan, tümdengelimden bütünüyle uzak durduklarını da söyleyemeyiz. Tarihçiler, önlerindeki özel bir meseleyi anlamaya çalışırken çok daha genel bir “tümden” de gelirler. Esasen, çalışma hipotezlerini kurabilmeleri açısından bu bir kaçınılmazlıktır. Tabii ki o “tümün” ilk ağızda nasıl oluşturulduğu ve veriler ile çakıştırıldığında ne derecede ayakta kalabileceği noktaları da var…
“Göçebelik” dediğimiz tarihî sosyoekonomik olgunun Osmanlı kuruluş dönemini anlayabilmemiz açısından yüksek bir açıklama gücüne sahip olduğunu ve ilk Osmanlıların, Bithynia bölgesinde göçebe hayat tarzını sürdürememelerinin de önemli sonuçları olduğunu düşünen tarihçi Rudi Lindner’in, göçebelik ve savaş açısından üç temel varsayımda bulunduğunu söyleyebiliriz. a- Vur kaç taktiklerine dayanan göçebe usulü savaşın başarılı olabilmesi için insan gücü açısından büyük bir üstünlüğe yani yeterli sayıda okçuya ve daha önemlisi, atlı okçu başına çok sayıda yedek ata sahip olmak gerekirdi. b- Uzun soluklu bir çarpışmada başarılı olabilmek için göçebeler çok büyük at sürüleri götürmek durumundaydılar ve bunları besleyecek kadar otlak ve su kaynağına ihtiyaç duyarlardı. Başka bir deyişle, geçimlerini bütünüyle hayvancılıktan (ve yağmadan) sağlayan ve tarım ürünleri üretmeyen göçebeler, atlarını ancak doğal çayırlarla besleyebilirdi. Dolayısıyla askerî seferlerini ancak taze ot mevsiminde yapmışlardır. c- Göçebeler, yaşam tarzlarını sürdüremedikleri yerlerde göçebe savaş usullerini de bırakmış, atlı askerden yayaya geçmişler, böylece askerî düşünceleri de yerleşikleşmiştir.
İlk bakışta belli bir cazibesi de olan bu varsayımlar büyük genellemelerden yola çıkılarak yapılmış gibi duruyor. Lindner’in en temel çıkış noktalarından birisi göçebe ve yerleşik toplumların ve dolayısıyla da bunların geçim ve yaşam tarzlarının birbirlerinden çok sert çizgilerle ayrılmış olduğu yolundaki aksiyomatik kabullenmeden kaynaklanıyor. Oysa hem tam göçebeler ve yerleşiklerin çeşitli seviyelerde ilişkileri olur ve bunlar o toplumları birbirlerinin usullerine ve maddî kültürüne açık bir hâle getirirdi, hem de yaylak- kışlak göçebeliği yapan ve yarı göçebe olarak nitelendirilebilecek bazı göçebe toplumlarında bir miktar tarım yapılırdı. Anadolu’nun genelindeki ve Bithynia özelindeki göçebelerin tam göçebelik yapan göçebeler olmadıkları düşünülürse, ya yerleşik komşularından arpa ve yulaf gibi tahılları edinerek veya bunları kendileri üreterek, mesela atların beslenmesi konusunda otlaklara bağlılıklarını azaltabileceklerini kolayca varsayabiliriz.
Aslında, Lindner’in yukarıda özetini verdiğim “mükemmel göçebeler” modellemesini hangi zaman dilimindeki hangi halk için yaptığı çok net değil ama Avrasya’nın geniş step bölgelerindeki Hsiung-nu ve Moğol örneklerinin bu modelin geliştirilmesinde büyük rol oynadığını düşünebiliriz. Lindner, gerek 5.Yüzyıldaki Avrupa Hunları gerekse 13.Yüzyıldaki Osmanlı örneklerine burada tarif ettiği türden bir modelin uyarlanamadığını gördüğü için onların göçebe usulü savaşı uygulayamadıklarını ve yaya ordularına dayanmak zorunda olduklarını düşünüyor. İşin doğrusu, ben, Orta Asya bozkırlarında bile Lindner’in verdiği parametrelerle yapılan bir göçebe usulü savaşın en azından her zaman için mümkün olduğuna emin değilim.
Etrafta bırakın taze ot olmasını, kurumuş otlar bile kar altındayken, Köktürkler ve Moğolların zorlu kış koşullarında atlarını sefere götürdüklerine zaten değindim. Bunu yapabilmek için de ya yanlarında yem taşımaları gerekirdi, ya kışı bozkırda geçirmeye alışık olan ve karı kazarak kuru otlara ulaşabilen atlarının tecrübelerine güvenmeleri ya da Moğol örneğinde, yerleşik çiftçilerin kış için biriktirdiği zahireyi atlarına yedirmeleri. Aslında, bozkırda at yetiştiriciliği yapmak atları kışın da yılkı hâlinde bozkırda, açıkta bırakmayı içeriyordu ama mesela Köktürk yazıtlarında tek tek adları kaydedilecek kadar kendilerine önem verilen yüksek nitelikli süvari atlarına bu uygulamanın reva görülmediği ve kışın bir şekilde beslenmelerine yardım edildiği daha büyük ihtimaldir. Lindner’in varsayımlarının sınanması için her hâlükârda “sahadan” (kaynaklardan) gelen verilerin sistematik olarak taranmasına ihtiyacımız var.
Yine Köktürk yazıtlarından öğreniyoruz ki Köktürk devleti ikinci kez kurulurken İlteriş Kağan’a katılanların hepsi atlı değildi. Çin egemenliğine giren Türk boylarının dağılıp gittiğini söyleyen Tonyukuk, bu başkaldırıyı anlatırken, “Ida taşda kalmışı kubranıp yiti yüz boltı. İki ülügi atlıg erti, bir ülügi yadag erti” diyor. Oldukça anlaşılıyor ama yine Ercilasun’un aktarmasıyla vereyim: “Ormanlarda, dışarılarda kalmış olanları toplanıp yedi yüz {kişi} oldular. İki bölümü {üçte ikisi} atlı idi, bir bölümü {üçte biri} yaya idi.” Kâğıt üzerinde görüldüğü kadarıyla burada kişi başına, 18, 10 veya 5 değil bir at bile düşmüyor! Sorun tabii ki bu durumun bir zorunluluk sonucu mu yoksa kastî olarak mı ortaya çıkmış olduğunu bugün pek kestiremememiz.
Elbette birtakım hesaplar yapıp otluk suluk Ötüken ormanları bölgesinin bu cüzi sayıdaki atı besleyemediği dolayısıyla da Köktürklerin yaya ordusuna geçmeye başladıkları türünden bir sonuç çıkartmamalıyız. Fakat elimizdeki metin de bir yeniden diriliş metni. Tonyukuk, Köktürklerin ne kadar yoksul düştüklerini dolayısıyla kendilerinin sonraki başarısının ne kadar büyük olduğunu mu anlatmak istiyordu, yoksa Köktürk ordusunda yaya askere de bir yer mi vardı? Bir yanılma payı koyarak ben ikinci ihtimalin daha ağırlıklı olduğunu düşünüyorum. O zaman da Osmanlının kuruluş anlatılarındaki 400 kişi / çadır unsuruyla benzerliği aşikâr olan bu 700 kişilik ilk takipçiler arasındaki atlıların birden fazla at sahibi olabileceğini de dikkate almak gerekir.
Kısacası, göçebe bir güç olduğunu kimsenin sorgulamadığı Köktürklerin ordusunun bir kısmı daha başından beri yaya askerlerden oluşuyordu, söz konusu olan bir at eksikliği değildi. Bu küçük spekülasyonu da basit bir nedenden ötürü yapıyorum; isterse bütün halkı at sırtından inmesin, bir göçebe gücün de savaşlarda, başlıca atın işe yaramadığı koşullarda yaya askere ihtiyacı vardı. Bu, tabii ki atından inen savaşçılar tarafından da karşılanabilirdi. Başlangıçtaki yoksunluk günlerinden değil, Köktürklerin iyice güçlü olduğu bir dönemden gelmesinden ve ayrıca adı geçen kişinin konumundan dolayı bu konuda hiç tereddüde yer bırakmayan bir örnek vereyim. Kül / Köl Tigin taşında, Çinli Ong Tutuk yönetimindeki elli bin askerle Iduk Baş denilen bir yerde yapılan savaş anlatılırken “Köl Tigin yadagın oplayu tegdi” yani “Köl Tigin yaya olarak boğa gibi saldırdı” deniliyor. Köl Tigin sanırım atı olmadığı için değil, bir gereklilikten dolayı yaya olarak savaşmıştı. Aynı taşta Tuygut adlı adamının diğer malları ve hazinesi yanında onun 4.000 atlık yılkısını korumakla görevli olduğu da yazıyor.
Lindner’in en makul varsayımı, yaşam tarzlarını sürdüremeyen göçebelerin yani göçebelikten çıkanların göçebe savaş usullerini de bırakmaları ve ordularında atlı askerdense yayaya ağırlık verdikleri yolunda olanıdır. Bazı göçebe toplulukların varlıklarını imparatorluğun sonuna kadar sürdürmesine rağmen Osmanlı toplumunda göçebelerin özellikle Anadolu ve Balkanlarda giderek marjinal bir konuma düştükleri dikkate alınırsa göçebe usulü savaşın da benzer bir kaderi olduğu ileri sürülebilir. Yalnız bu noktada bazı güçlü çekincelerim de var. Evvela, göçebeler ile göçebe usulü savaş taktiklerini birebir örtüştürmemek gerektiği kanısındayım. Orhan Bey döneminden başlayarak yayalar, azaplar, yeniçeriler gibi piyade asker sınıfları oluşturulmuş ve bunlar Osmanlı ordusunda önemli görevler üstlenmiştir. Fakat Osmanlı ordusunda sadece akıncılar ve Yörükler gibi yardımcı roller oynayan süvariler değil, merkezdeki kapıkulu sipahileri ve daha önemlisi tımarlı sipahiler de Pelekanon’dan yüzlerce yıl sonra bile savaş araçları olarak büyük oranda oka ve ata dayanmışlardır. Başka bir deyişle, göçebe taktiklerini kullanmak için göçebe olmak gerekmiyordu, orduda yaya sınıfların oluşturulması süvariyi ve taktiklerini devre dışı bırakmıyor ancak tamamlıyordu ve tabii ki Osmanlılar, atlarına yedirecek ot bulamadıkları için göçebe taktiklerinden vazgeçmiş değillerdi.
Şimdi bu söylediklerimi destekleyebilmek için Osmanlı kroniklerinden birkaç örnek vereyim. Evet, nihayetinde bir 15. Yüzyıl kaynağıdır ama kendi uzun ömrü boyunca, 1400’lü yılların başından itibaren Osmanlının gelişiminin tanığı olan Âşıkpaşazâde’nin bir kaydından öğreniyoruz ki Bapheus Savaşı’ndan önce dahi Osman Gazi’nin süvarilerine yem veriliyordu. Bağlam, Osman Gazi’nin, Köse Mihal’in kılavuzluğunda Sakarya kuzeyine geçerek Taraklı ve Göynük yörelerine yaptığı akındır. Beştaş adlı tekkenin şeyhine nehrin geçit verip vermeyeceğini sorarlar. Sonrası için Âşıkpaşazâde “Atları yemin kesicek [kesince] bindiler, su kenarına vardılar” diyor. Bu şimdi, siyasî meşruiyet kaygılarıyla yapılacak türden bir anakronizm değil ki. Bana pekâlâ olabilecek bir şey gibi geliyor.
Esasen, ister hasat edilmiş olsun isterse başak üstünde bulunmuş olsun, tahılın, ekinin olduğu tarım bölgelerinde atların nasıl aç kalacağını da anlamıyorum ki. Mesela, Vâkı‘ât-ı Sultan Cem’e göre, Cem, Yenişehir’de ağabeyi Bayezid’e yenildikten sonra “kırdan kıra” Konya’ya doğru kaçarken Eskişehir yakınlarında bir ekin üstüne konmuş ve atlarını biraz dinlendirdikten sonra “ekinden yemlendürüp” yola devam etmiş. Yalnız, savaş ve fetih sırasında veya yukarıdaki gibi olağanüstü şartlarda kullanıldığına şüphe olmayan bu yöntemin, kendi tarım temellerine zarar vermek istemeyen Osmanlı hükümdarları tarafından hiç de hoş karşılanmadığına dair aksi yönde pek çok örnek de sayabiliriz. Mesela Neşrî, II. Kosova Savaşı’na giderken II. Murad’ın askerin yolu üzerindeki çiftçilerden bir kişiye “darı denlü ziyan” olmaması için çok sert önlemler aldığını, “adl ü siyaseti” çok üst mertebede tuttuğunu anlatıyor ki, ekinin yanından geçerken atının başını kaldırıp ekine bakmaya cesaret eden atın sahibi, başını terkide bulurmuş! Bu ve benzer anekdotların, çiftçiler ve göçebeler (veya atlı askerler) arasındaki çatışmalarda Osmanlı sultanlarının nerede durduğu konusunda bir fikir verdiği söylenebilir.
Pelekanon’dan sonra göçebe savaş taktiklerinin kullanılmaya devam ettiğini gösterir bir örnek için de yine Kosova ve Murad diyelim ama bunların birincisine gidelim. Neşrî, burada, I. Murad dönemini anlatan ve onunla çağdaş olan bir yazar tarafından yazılmış bir metinden büyük aktarmalar yapar. Kosova Savaşı’nı önceleyen günlerdir. Murad, savaşta ne yapılacağı konusunda bir meşveret düzenler. Orada Evrenos Gazi erken davranarak yerin iyisinin alınmasını ve aceleci davranılmamasını, savaşa karşı tarafın başlamasının beklenmesini önerir. “Zirâ kâfir ictimâ‘ıla çoknaşup turıcak, demürden bir hisâr olur, aña zafer bulmak âsân olmaz. Ammâ cenge ikdâm idüp, birbirinden ayrılıcak savaşmak gayet âsândır” der. Bu arada, savaştan önce karşılıklı “dil” (konuşacak esir) almak için yapılan bir çatışmanın anlatımından Evrenos’un atlı olduğunu ve ok kullandığını öğreniriz. Karşısındaki “süñü” (süngü, mızrak) ile saldırınca Evrenos, onu ve bir başkasını okla vurur ve istedikleri dili alırlar.
Evrenos, savaşın başlamasından hemen önce de Sultan Murad’a “Eğer kâfirle uğraşurken, kaçarlanursam, devletlû Hünkâr, bizi göricek, gerçek sanub, ta‘yib itmesün (ayıplamasın). Zirâ kâfir cenginüñ hiylesi vardur” uyarısını yapar. Murad da, “Evrenoz, kâfir ahvâlin sen çok tecrübe idüb durursın. Kolayın sen yeğ bilürsin ve savaşda kovub kaçmak ‘ayb değüldür” cevabını verir.
Osmanlı tarafının önceliğinin, aynen Pelekanon’da olduğu gibi karşı tarafın askerî düzenini bozmak olduğu görülüyor. Hatta bu savaşta Osmanlıların topu bile bu amaçla kullandığı ve bir anlamda göçebe savaş taktiklerine entegre ettiğini söyleyebiliriz. Neşrî’nin bir nüshasına göre Murad’ın topçulara verdiği emirle okçulara verdiği emir arasında fark yoktur! Topçulara, “Heman bi’smi’llah diyüb, kâfirleri topa tutuñ. Şöyle alayla kütüz olub turmasun. Bolay ki toñuz gibi birbiri ardına sıygışalar (açılalar, seyrekleşeler)” diyor. Toplar atılıp karşıdaki “kûh-i âhenîn-mânend” yani demirden dağ gibi duran ordu harekete başlayınca aynı emri, tabii, “kâfire ok sepüñ” diyerek tekrarlıyor. Durduğu yerde daha fazla kayıp vermek istemeyen Sırp ordusu saldırıya geçince de savaş formasyonu bozuluyor, Osmanlı taktiği başarılı oluyor ve de olanlar oluyor.
Tabii ki daha söylenecek çok şey var. Moğolların aksine Osmanlıların sefere çıkmak için bahar aylarını beklediklerini fakat mecbur kaldıklarında kışın da harekât yapabildiklerini, reayaya karı çiğneterek atlara yol açtıklarını ve daha nice konuyu hiç konuşmadık. Hiç olmaz ise bir soruyla bitireyim: Sahte ricat öneren Evrenos göçebe miydi?