Boş torbayla at tutmaya çalışmak
Kaynak yetersizliği ve kaynakların sebep olduğu diğer sorunlarla uğraşırken tarihçiler de galiba okçu süvari gibiler, hızla yaklaşıp atacaklarını attıktan sonra aynı hızla geriye çekiliyor, hücumlarının etkisini ölçmeye çalışıyor, fırsatını bulduklarında “cephanelerini” tazelemiş olarak yeniden sahaya dönüyorlar. Tarihçinin cephanesi de şöyle: Ya yeni kaynaklar, belgeler ortaya çıkmıştır, ya başka biri taze bir okuma yapmış ve yeni bir yorum getirmiştir veya bunların hiçbiri olmaksızın tarihçinin aklına yeni bir şey gelmiştir… Konuya dönmek ve tekrar tekrar dönmek, geçmişi mümkün olduğu kadar anlamak ve anlamlandırmak işinde en çok kullanılan “taktik”lerdendir ve olağandır.
Osmanlı kuruluşunu çok daha geniş olan göçebe dünyasının dinamikleriyle bağlantılı olarak ele alan ve o dinamiklerin yerleşik ve tarıma dayalı bir dünyada yetersiz kalmasıyla ne gibi değişiklikler olduğu sorusuyla ilgilenen Osmanlı tarihçisi Rudi Paul Lindner de Bizans merkezî ordusuyla olan en erken iki Osmanlı savaşını incelerken böyle yapmıştır. Bapheus ve Pelekanon savaşları hakkında 1985 yılında bir sunum yapan Lindner’in zihni konuyla meşgul olmaya devam etmiş olmalı ki olgunlaştırdığı görüşlerini 2007’de bir makaleyle bir kez daha tarihçiler ve diğerleriyle paylaşmak gereğini duymuştur.
Lindner’e göre 1302 Bapheus göçebe usulü taktiklerin başarılı olduğu bir savaş, 1329 Pelekanon ise bu taktiklerin sınırlarının ortaya çıktığı bir savaştır. O, Bapheus’un kazanılmasını Osman’ın ordusunun sayıca üstünlüğüne bağlıyor. Aynı şekilde, Pelekanon’da göçebe taktik planının çökmesini Osmanlı tarafının insan ve daha önemlisi at sayılarında önemli bir üstünlüğünün olmadığına yoruyor. Tarihçiler, genelde, Bapheus’taki Bizans ordusunu 2.000, Osmanlı ordusunu ise süvari olarak 5.000 kişi kabul ederler. Lindner de Pelekanon’daki Bizans ordusunu yine 2.000 civarında kabul ediyor, Osmanlı ordusunun ise yarısı süvari olmak üzere 2- 3.000 arasında olduğunu tahmin ediyor ve Bizans ordusundan sayıca önemli bir üstünlüğünün olmadığını düşünüyor.
Ortaçağ savaşlarındaki ordu mevcutlarıyla ilgili bütün tahminlerin çok yaklaşık olduğunu vurgulamaya pek gerek duymaksızın ve bu konuda ayrıntılı bir tartışmaya girmeksizin belirteyim ki Lindner’in yaklaşımında bu açıdan da sorun görüyorum. Lindner’in göçebe usulü savaşın başarılı olabilmesi için süvari başına 5 at düşmesi gerektiği yolundaki kabulünü ve Bapheus’ta da göçebe taktik planının başarılı olduğu görüşünü dikkate alırsak, Osman’ın 5.000 süvarisi için 25.000 at gerektiği ortaya çıkar. Orhan Bey’in, bir çeyrek asır sonra neden beyliğin ilk yıllarında olduğundan daha küçük bir ordu çıkardığı sorusunu da öteleyelim, nasıl oluyordu da birbirinden bir taş atımı mesafede olan ve aynı Mesothenia (Kocaeli) bölgesinde bulunan Bapheus’da ve Pelekanon’da çok sayıda atı savaş alanında bulundurabilmenin güçlükleri birbirinden bu kadar farklı olabiliyordu? Bahusus, Bapheus’ta Osmanlı ordusundaki at sayısı Pelekanon’a göre üç kat daha fazla iken? Lindner, Pelekanon’daki göçebe taktiklerinin başarısızlığını açıklarken, “Osmanlı göçebe gücü otlakların kısıtlı olduğu ve tarımsal yerleşimlerin bulunduğu yerlerde askerî sefer gereklilikleri için yetersiz kalmaktaydı” dediği için Bapheus acaba otluk suluk bir step bölgesinde miydi diye sormak durumunda kalıyoruz.
Sanırım bir şekilde Lindner’in Pelekanon hakkındaki görüşlerini tartışmaya başladık bile, daha fazla ilerlemeden, Orhan’ın ordusu için verdiği 2-3.000 arası rakamını da şüpheyle karşıladığımı belirtmeliyim. Lindner, Nikephorus Gregoras’ın Orhan’ın ordusu için verdiği 8.000 rakamını zikrediyor ama kabul etmiyor. Güzel de, savaşın çağdaş tanığı ve tarafı Kantakouzenos da ilk aşamada öne çıkarılan 300 süvariden başka, Orhan’ın, Bizans ordusunu arkadan kuşatmaları için 1.000, yanlarından saldırmaları için de 2.000 asker ayırdığını yazıyor. Ayrıca, Orhan, sayısı belli olmayan bir birliği pusuya koymuş, gün içinde o ilk 300 süvariyi 1.000 kadar yeni süvariyle desteklemiş ve ordusunun büyük kısmı da hâlâ ovaya hâkim tepelerde kendisiyle berabermiş. Hepsi Kantakouzenos’tan gelen bütün bu sayıları topladığımızda Lindner’in tahminini çok aşıyor ve Gregoras’a çok yaklaşmıyor muyuz? Öte yandan, 2-3.000 arası rakamının, Lindner’in, göçebe usulü savaşın başarılı olabilmesi için koyduğu kıstaslarla ve Pelekanon’da Orhan’ın insan ve at sayısı açısından mühimsenecek bir üstünlüğe sahip olmadığı yolundaki varsayımıyla uyumlu olduğu da aşikârdır.
Bu açıklamaya göre, eğer, Osmanlı ordusunda göçebe taktik planını başarılı kılacak kadar insan ve daha önemlisi at gücü yoksa okçular, dalgalar hâlinde ve kesintisiz bir şekilde saldıramaz, çok fazla bir hasar veremez, saldırılar arasında Bizans ordusuna saflarını yeniden düzenleyecek kadar zaman bırakır ve onu yerinden oynatamaz, saf düzenini bozamaz. Orhan’ın ordusunda yaya okçular bulunması ve Osmanlıların savaşın ikinci günü ele geçirecek at peşinde olmaları eğer bir şeyin göstergesiyse o da ordularında saldırıları çabuk bir şekilde yapmalarını sağlayacak yedek atlara sahip olmadıklarıdır. Orhan’ın eğer 1.500 göçebe okçusu varsa ve her biri beş at getirmişse, her at günde 19 litreye yakın suya ve 4 kilogram kadar ota ihtiyaç duyacağı için Pelekanon bölgesinin, savaşın kaderini tayin edecek sayıda atın (7.500 adet) ihtiyaçlarını nasıl karşılayabileceğini anlamak güçtür. Yok, daha az sayıda at var idiyse ki Lindner bu görüştedir, o zaman da Osmanlı süvarisi ikindiye doğru işe yaramaz bir hâle gelirdi… Sonuçta, Osmanlılar bu savaşta, kısıtlı otlaklara sahip tarımsal bölgelerde göçebe usulü savaşın yapılamayacağını anlamışlar ve ordularında gerekli düzenlemeleri yaparak yaya askerlere ağırlık vermişler, Pelekanon, göçebe taktik planının bırakıldığı savaş olmuş.
Lindner ile mutabık olduğum bir nokta varsa o da Pelekanon’da Osmanlıların okçu başına 5 at getirmedikleridir! Aslında, hiçbir Osmanlı kaynağında hiçbir dönem için süvari başına bu sayıda at götürüldüğünden bahseden bir referans görmedim. 14. Yüzyıl başı kaynağı olan Gazilik Tarikası’nda gazaya çıkan atlıya ganimetten iki hisse, yayaya bir hisse verileceği söylendiğine göre, o tarihlerde (ve herhalde daha önceleri de) savaşa her gidenin atlı olmadığını rahatça söyleyebiliriz. Muhakkak ki önde gelenler için bir miktar yedek at bulundurulurdu, kaynaklarda “çatal at” (iki at) terimi geçiyor fakat süvari başına 5 attan söz eden yok. Özel olarak esir elde etmek için yapılan akınlarda bile, akıncıların, akının başında bu sayıda yedek atla sefere çıktıkları çok şüphelidir.
Elimizde kaç atla sefere çıkıldığı, kaç esirle ve kaç atla dönüş yapıldığı gibi konulara bir miktar da olsa açıklık getiren bir tanığımız var. O da bizim meşhur tarihçi Âşıkpaşazâde’den başkası değildir. Sultan II. Murad, 1441’de Belgrad önlerine gelir. Ordunun bir kısmı orada savaşırken, Sava’nın ötesinde Biline’ye büyük bir akın düzenlenir. Akına katılan Âşıkpaşazâde’nin hissesine 7 adet esir düşer. Daha sonra II. Murad da, ona yine esir hediye edince cesaretini toplayarak “Devletlü sultanum! Bu esiri götürmeye at gerek ve yolda harçlık gerek” der. Bunun üzerine padişah ona 5.000 akça ve iki at verir. Tarihçimiz, “Dokuz baş esirilen Edirne’ye geldüm ve dört atile. Esirleri üçer yüze, ikişer yüze satdum, harçlandum” dediğine göre, kendisinin de zaten iki atı varmış. Bunların, biri yedek olmak üzere, seferin başından beri onda olması muhtemeldir ama tabii ki burasını kesin olarak bilmiyoruz.
Aslında, Anadolu’da atın Orta Asya bozkırlarındaki kadar bol olduğu düşünülmemelidir ve öyle her biri binlerce atı olan göçebeler türü bir görüntü de kaynaklara yansımamaktadır. Tam aksine, yine, erken Osmanlı geleneğini en iyi koruyan Âşıkpaşazâde’deki bazı karinelere bakılırsa en erken Osmanlı toplumunda bile atın değerli bir meta olduğunu söyleyebiliriz. O, mesela, ilk Osmanlıların, eşyalarını öküz ile taşıdığını söylüyor. Bilecik’in alınması sırasında gazilerin, halılara sarılarak kadınlar tarafından ve öküzler üzerinde kaleye sokulduğu yolundaki meşhur hikâye hiç değilse yük hayvanı olarak öküzlerin kullanıldığını göstermesi açısından bir efsane olmayabilir. Bu ise, atın, savaş hayvanı olarak değerine işaret edebilir. Âşıkpaşazâde’ye göre Osman Bey’in ilk çatışması olan ve Ermeni Beli bitiminde İnegöl tekfuruyla yapılan çarpışmada Osman ve yanındaki 70 adamının hepsi yayaymış. Yalnız, bunun mutlak at kıtlığından kaynaklanan bir durum olmayabileceğini ve Osman’ın amacıyla ilgili olduğunu düşünmek eğilimindeyim. Osman, gece vakti İnegöl’ü yakmak istiyormuş… Böyle bir iş sırasında daha sessiz hareket etmek için atları yanlarına almamış olabilirler. Ayrıca, Orta Asya’nın batısından Anadolu’ya göç eden Türklerin, Anadolu ortamında at eti yemekten vazgeçmelerini de atın burada savaş aracı olarak değer kazanmasının bir işareti olarak görebilir miyiz, bilmiyorum.
En erken kaynaklardan başlayarak daha pek çok örnek verebiliriz ama bu kadarı yeterlidir. Peki, at değerliydi. Dolayısıyla, Pelekanon’un ikinci günü, Osmanlıların savaş bölgesinde Bizanslıların bıraktığı atların peşine düşmeleri ve Filokrene’de 400 atı ele geçirmeleri çok doğaldır. Ganimeti istememek anlamına geleceği için aksi tuhaf olmaz mıydı? Savaştaki at kayıplarını herhâlde telafi etmek istelerdi… İyi de bu, Osmanlı ordusundaki at sayısının yetersiz olduğunu mu gösterir? Lindner bu fikirdedir. Dahası, Orhan’ın ordusundaki okçuların bir kısmının yaya olması da ona göre aynı eksikliğe işaret ediyor. Burada, tarihçinin, bütün “göçebe” okçuların at sırtında olması gerektiği, yaya olanların da atları olmadığı için o hâlde savaşmak zorunda kaldıkları gibisinden bir tahayyül sahibi olduğu anlaşılıyor. Oysa bazı okçuların yaya olmasının tek açıklaması at eksikliği olmayabilir. Nitekim Orhan Bey, kendisi Pelekanon’a hâkim yükseltilerde dururken, askerlerinin bir kısmını ovaya inen dereler veya küçük vadiler içinde pusuya koymuştu. 300 kişilik Osmanlı süvarisinin tacizleri üzerine yokuşa doğru saldırıya geçen Bizans askerlerini yanlarından ok atışlarıyla hırpalayan ve daha fazla ilerlememelerinde bir faktör olan Osmanlı birlikleri işte bu dereler içindeki yaya Osmanlı okçusuydu. Atları olmadığı veya Osmanlı ordusunda yeterli at bulunmadığı için değil, kırık ve bozuk bir arazi içinde bulundukları ve tabii ki arazinin o özelliğinden yararlanarak üstlendikleri görevleri öyle gerektirdiği için atsızdılar. O dereler at ayağı yerler olsaydı Bizans süvarisi o yayaları ezip geçmez miydi?
Erken Osmanlılar için atın değerli oluşunun ve hatta, işte gönül rahatlığıyla kabul ediyorum, Orhan’ın ordusunda süvari başına 5 at düşmemesinin Pelekanon’da göçebe taktik planının uygulanamamasının nedeni olarak gösterilmesini ise anlamak mümkün değil. Her şeyden önce savaş gününün kaydedilebilen olguları öyle söylemiyor. Lindner’in ezberi, ordularında “yeterli” sayıda at olmaması durumunda (ki o düşüncededir), Osmanlı süvarisinin, öğleden sonra ilerleyen saatlerde işe yaramaz hâle geleceğini söylüyor. Oysa hava kararırken Pazarlu Bey’in büyük bir saldırıya geçtiğini anlıyoruz. Dahası Bizans ordusu çekilmeye başladığında takibe geçen Osmanlı süvarisi, imparatoru ve Kantakouzenos’u zor duruma düşürüyor, yardıma gelen Sebastopoulos idaresindeki Bizans süvarisini sahte bir ricat ve ani bir dönüşle iyice hırpalıyor. Kantakouzenos’un anlatımından bu sonuncusu dâhil, Orhan’ın ordusunun 7 defa saldırdığı anlaşılıyor. Bunları işe yaramaz hâle gelen atlarla yapmış olmaları ihtimali acaba ne kadardı?
Bir de tabii ki “ot meselesi” var. Lindner, Pelekanon yöresinin kısıtlı otlaklara sahip bir tarım bölgesi olduğu için çok sayıda ata yiyecek sağlayamayacağı, bunun da Orhan’ın ordusunda yeterli at bulunmamasına ve göçebe taktik planının başarısız olmasına yol açtığını yazarken de fazlasıyla kurgusal bir göçebe tahayyülüne sahip olduğunu gösteriyor. Hatırlanacağı üzere, her birine 5 at tahsis ettiği 300 Osmanlı süvarisi için bile günde 6,123 kg ot gerekeceği hesabını yapmaktaydı. Daha fazla at getirmek salt o yüzden dahi sorunluydu… Lindner’in atlarının bozkırda doğal çayırdan beslenme gelenekleri hususunda çok titiz davrandıkları ve tarımsal bölgelerin sunabileceği arpa ve diğer yiyeceklere burun kıvırdıkları anlaşılıyor! Lindner’in varsayımlarını anlamak gerçekten de güç. Osmanlılar herhâlde uzun seferler esnasında doğal ot kaynaklarına fazlasıyla ihtiyaç duyardı ama bir savaş günü atlarına verecek birkaç avuç arpayı yanlarında getiremezler miydi? Kaynaklar atların nasıl “ekinden yemlendirildiği” konusunda referanslarla doluyken, Pelekanon gibi bir tarım bölgesinde atlar neden ottan başka bir şey yemeyecekti ki? Dahası, Lindner’in bu “otlakları kısıtlı yoğun tarımsal yerleşimler” varsayımı geçerli olmuş olsaydı kendisinin 5 atlı ideal Moğol süvarilerinin de bir uçtan diğerine Çin gibi bir ülkeyi asla fethedememeleri gerekirdi.