Beş kuruşluk şal da aynıdır
Osmanlı aydını ve aydınlanmacısı Süleyman Penah Efendi, Avrupa ile olan ticareti değil Hindistan ve Yemen ile yapılan ticareti zararlı buluyordu.
Penah Efendi’nin, Osmanlı Arnavutlarını sistemle bütünleştirmeyi amaçlayan emperyal projesi hakkında iki yıl önce birkaç yazı yazmıştım. Geçen haftaki yazımda da “Osmanlı merkantilistleri” arasında adını andım. Şimdi de onun, I. Abdülhamid’in saltanatının sonlarına doğru yazdığı Esbab-ı Tedbir-i Nizam-ı Ekâlim adlı risalesinde dile getirdiği para / değerli madenler, dış ticaret, korumacılık, ithal ikamesi ve yerli sanayi gibi konulardaki görüşlerini ele alalım.
Penah Efendi’nin risalesi tabii ki siyaset-nâme edebiyatı içinde değerlendirilmelidir. Risale Osmanlı düzeninin ıslahı hatta o düzene tamamen yeni uygulamalar getirilmesi konusunda çeşitli reçeteler içeriyor. Bunların içinde bazıları gerçekten de çok özgün bir nitelik gösterir. Muhakkak ki Penah Efendi kendisinden önceki Naima, İbrahim Müteferrika gibi bazı Osmanlı düşünürlerinden etkilendiği gibi kendisinden sonra gelenleri de etkilemiştir. Bunu saptayabilmek ise, Osmanlı yazarlarının çoğu zaman isim zikretmedikleri düşünülürse kolay değildir. Yavuz Cezar hocamız 1988’de Penah’ın görüşleri hakkında kaleme aldığı makalesinde işaret etmişti ama onun Osmanlı düşünce tarihi içerisindeki yerini saptayacak çalışmaların yapılmış olduğunu hâlâ söyleyemiyoruz. Öte yandan, Penah, öncesi ve sonrası olmayan bir boşlukta yazıyor değildi.
Kısaca “merkantilist” olarak niteleyebileceğimiz iktisadî görüşlerin Osmanlıda dile getirilmesi veya tartışılmasında sanki 18. Yüzyıl sonlarında bir yoğunlaşma var gibidir. Bu biraz yanıltıcı da olabilir. Şöyle ki III. Selim’in talebi üzerine 1792’de ıslahat önerilerinin dile getirildiği bir seri layiha kaleme alınmıştı; belki onun böyle bir isteği olmasaydı Osmanlı devlet ve düşünce adamları hep düşündükleri, aşina oldukları konuları yazıyla ifade etmeyeceklerdi biz de onların ne yolda düşündüklerini bilemeyecektik. Öte yandan, padişahın emri ve yönlendirmesiyle de olsa bunu Osmanlı düşünce hayatına açılan bir pencere olarak görmek ve kâğıda dökülen görüşleri değerlendirmek durumundayız. Söyleneceklerin asgarisi, Koca Yusuf Paşa, Tatarcık Abdullah Molla, İbrahim Efendi, Suni Efendi gibi kişilerin iktisadî konulara da kafa yordukları ve israf, değerli metallerin ülke içinde kalması, yerli sanayinin kurulması veya özendirilmesi gibi konularda Süleyman Penah’la benzer bir çizgide olmalarıdır.
Ticaretin, Penah Efendi için aslında her koşulda kötü olmadığını bilâkis insanlar arasında barışçıl ilişkiler kurulmasına yaradığını, medenileştirici bir işlevi olduğunu, eğer değerli metallerin götürülmesine vesile olmuyorsa dış ticarete de kötü gözle bakmadığını söyleyebiliriz. Mesela, Efendi, gereği gibi zapturapt altında olmadıkları için vahşi olarak gördüğü Arnavutlar için “memalik-i mahrusa ile ticaret ve sair cihetiyle ülfetleri olmamağla sibâ’dan [yırtıcı hayvanlardan] farkları yokdur. Terbiyeye muhtaçdır” ifadelerini kullanıyor. Arnavutların yaşadığı yerleri “memalik-i mahrusa” dâhilinde görüp görmediği bile belli değil, belki de ifadesinde bir düşüklük vardır ve “memalik-i mahrusanın geri kalanıyla ticaret veya başka bir ilişkileri yoktur” demek istiyordur ama ticarete yüklediği olumlu rol gayet açıktır. Demek ki ticaret “ülfete” (alışma, kaynaşma, dostluk) vesile oluyor, eksikliği de yabaniliğe veya vahşiliğe götürüyor.
Penah Efendi’nin Avrupa’nın ticarî (commercial / mercantile) imparatorluklarının dünyanın uzak köşelerindeki faaliyetleriyle coğrafya bilgisi arasında bir bağ kurduğu da görülüyor. Hıristiyan devletlerin kavmi “mütecessisü’l-umûr” (işleri, her şeyi merak eden) olduğu için coğrafyayla ilgili fenlerle çok ilgilenir ve coğrafya kitaplarının sayısını arttırmaya çalışırlarmış. Aslında akılları fazla ermez ve cehalet perdesiyle ve kalplerinin kasvetiyle basiret ve gönül gözleri kapalıyken, çabalamalarıyla “Yeni Dünya’yı bulub ve Hind-i Şarkî sevahiline yol bulub Tarçın Adaları’na varınca seyr ü sefer” etmişler; karada ve denizde bu kadar güçlenmelerine bu fenlerle uğraşmaları neden olmuş. Efendinin, dinî kitaplar haricindeki kitaplar ve haritaların Yunan, Latin, İtalyan ve Fransız dillerinden çevrilerek basılması hakkında ayrıntılı görüşleri var ama konu o değil. Sadece, Hıristiyan devletlerin bu tür fenler ve sanatlar ile kavimlerini güzelce idare ettiklerini ve geçimlerinin iyi olduğunu söylediğini ve eğer desteklenirse dünya yuvarlağındaki benzersiz fenlerin Osmanlı payitahtında âlâsının olacağı görüşünde olduğunu not edeyim. (Eğer himmet olunursa kürevî dünyada nâyab olan fenler Âsitane-i aliyyede a’lâsı bulunacağı zâhirdir.)
Peki, bu, dünyanın her köşesine ticaret için giden Avrupalılar, Osmanlı ülkesine gelirse ne olur? İlginçtir, Penah Efendi, Avrupalılarla yapılan ticarete olumsuz bir gözle bakmıyor, Osmanlıların bir kaybı olduğunu veya sömürüldüklerini düşünmüyor:
“Fransa ve İngiliz ve Venedik ve İspanya ve Anabolitan (Napoli Krallığı) ve Niderlanda ve bazen Nemçelü eğerçi memalik-i mahrusaya eşya getürüb akça alırlar. Lâkin memalik-i mahrusadan yine eşya alub ol akça ya cümlesi ya nısfı yine yerine terk ederler. Ancak başkaları vardır şey getürür akça alur ve memalik-i mahrusadan bir şey almazlar, akçayı vilâyetlerine götürürler. Kürkler bu nevidendir.”
Penah, kürk getirenlerin kimler olduğunu söylemiyor ama başta Ruslar olmak üzere kuzeylileri kastettiğini söyleyebiliriz. Tabii ki kürk ticaretine özel bir düşmanlığı yoktur. Mesele, esasında lüks eşya bile getirmek değil, getirilen eşyanın karşılığında değerli metallerden oluşan paranın götürülmesidir.
Osmanlı üst sınıflarının statü ve protokol gereği kürk giydiğini bilen Penah, bu ithalatın bütünüyle yasaklanamayacağının farkındaydı. Fakat kürk kullanması uygun olan rütbe sahiplerinden başkalarının, kadın olsun erkek olsun men edilmelerini ve “mütenebbih” olmayanlardan “cerime” [para cezası, vergi] alınmasını önermiştir. “[E]ğerçi tecrim (para cezası almak) yazıktır lâkin hakikatine nazar olunsa sevab ve ecr-i azîmdir” diyor ve bunun aslında sayısız faydası olduğunu söylüyor. Ona göre gerek kürk gerekse pahalı kumaşlar için sınırları belirleyen bir risale basılmalı ve taşralar dâhil her yere yayılmalıdır.
Penah’ın nerelerden lüks kumaş ithaline karşı çıktığı ise açıktır. Hint kumaşları, şalları, destar ve kuşaklarının şiddetli bir şekilde ve tamamen yasaklanmasını istiyor. “Beş yüz guruşluk kuşak ile iftihar eden kimesnede mikdar-i zerre akıl yokdur. Beş guruşluk kuşak müsavidir” diyen yazarımız 40-50 sene önce de aynı devletin var olduğunu ama kumaş hususunda bu kadar ihtişam olmadığını ve büyüklere hizmet edenlerin bu kumaşları kullanmadıklarını söylüyor. Büyükler, hizmetlilerini uyarmalı, dinlemeyenleri de kapılarından uzaklaştırmalıdır.
Sadece yasaklar öneren bazı diğer fikir sahiplerinin aksine Penah Efendi alternatifi de gösteriyor ve bu kumaşların yerine yerli ürünlerin kullanılmasını öneriyor, “Mora ve Rumeli’de kıyyesi (okka) otuz kırk guruşa rişte-i penbe (pamuk ipliği) i’mâl olunur” diyerek bu iplikten destar / sarık yapılmasını istiyor. Halk, yerli iplikten yapılmış sarık kullanmaları için “tehdid ve tergib (rağbet uyandırma)” edilmeliymiş. Böylece kısa zamanda Hint destarlarına benzeyen sarıklar kullanılacağına şüphe yokmuş. Yoksa “Hind canibine giden akça” çok fazlaymış ve birkaç sene böyle giderse halkın iflas edeceği açıkmış. Ayrıca beş yüz kuruşluk kuşağı kuşanmaya herkesin durumu elvermeyeceği için bunu kullananlar ancak halka zulmedenlerle sınırlı olur ve onlar da edep perdesini yırtar, yapmayacakları kalmazmış.
Bu noktada, Penah’ın şeklen Osmanlı olan Tunus’u da memalik-i mahrusa dışında gördüğünü söylemeliyim. Sadece Hint değil başka kumaşların da mümkün oldukça memalik-i mahrusada üretilmeleri için fermanla özendirme yapılmasını söylüyor ve “Tunus’dan gelen büyük şallar, hilalî şallar memalik-i mahrusada i’mâlleriyçün himmet oluna” diyor. Hemen peşine de “Bir devlet ve kavmi ne zaman zengin olur?” şeklinde bir soru soruyor ve kategorik bir cevap veriyor:
“Memalik-i mahrusasından hâsıl olan akçadan başka sanat ve mahsulât ile âhar taraflardan mal celb olunacak tariklere teşebbüs ve kumaşları vilâyetlerinde i’mâl etdirilüb akçaları âhar iklime gitmemekle zengin olurlar.”
Aynı soruyu soran çağdaşı Adam Smith’in cevabından farklı olduğu kesin de merkantilistlerin hiç yadırgamayacağı bu cevapta, ithalat, akçe ile değil başka yollarla ve memleketin ürünü karşılığında yapıldığında ve dışarıdan gelecek kumaşlar ülke içinde üretilip, para içeride tutulduğunda zenginliğin geleceği söyleniyor.
Hüseynî hanedanına mensup beyleri hâlâ İstanbul tarafından onaylanan Tunus’u böyle niteleyen Penah’ın, 16. Yüzyıldaki ilk Osmanlı fütuhatından sonra bağımsızlaşan ve 19. Yüzyılda yeniden Osmanlı yönetimi başlayıncaya kadar da öyle kalan Yemen’i bütünüyle başka bir ülke olarak görmesi normaldir. Burada Osmanlının uğruna değerli metallerini kaptırdığı meta ise kahvedir. “Yemen kahvesine verilen akça külliyen zayi olur” diyen Penah’ın bu değerli metal akışını önlemek için düşündüğü çare yine tanıdıktır. “Cenab-ı Hak Devlet-i Aliyye’ye bir mahalle garsını (dikimini) mukadder eyleye. Elli seneden berü Mısır ve Basra ve Kuds-i şerif havalilerinde gars olunsa şimdiye kadar olmuşidi.” Efendi’nin kanıtı ise uzaklardan geliyor. Fransızların 120 senedir Amerika’da kahve ağacı yetiştirdiğini ve böylece çok para kazandığını söylüyor.
Penah’ın para konusunda da ilginç düşünceleri ve önerileri vardır. Osmanlı sikkelerinden kuruş ve diğer beyaz akçelerin üst değerlerinin içlerindeki gümüş miktarından fazla olduğu için dışarıya gitmediği gözleminden yola çıkarak aynısının altın sikkeler için de yapılmasını öneriyor. İstanbul zer-i mahbubu ve Mısır altını gibi sikkelerin ya rayicini ziyade etmek veya bir miktar altınını noksan etmekle dışarı gitmelerinin önlenebileceğini düşünüyor. Ayrıca Osmanlı sikkelerinin ülkenin her tarafında İstanbul’daki değerlerine sahip olmasının sağlanmasını istiyor. Ona göre, Hicaz’da hacılar ve tüccarın götürdüğü paraları Hintli ve Yemenliler yüksek değerden sayıyormuş ama bu bir hileden başka bir şey değilmiş çünkü fazladan verdikleri miktarı satacakları eşyanın fiyatına yansıtıyorlarmış. Penah, “hem ziyâde malımız [paramız anlamında] diyâr-ı âhara gider hem Hindîler ve Yemenlü ahmaklığımıza imza çekerler” diyor. Konu, ticaret yoluyla değerli metallerin elden çıkması olunca Penah’ın tacirlerin dinî aidiyetini dikkate almadığı görülüyor. Diğer türlü, Müslüman Hintli tüccar ile eski Osmanlı toprağı Yemen tüccarını, hâlâ Osmanlı hâkimiyetini tanıyan Tunus’u ve kürk getiren kuzeylileri aynı kaba koymazdı.
Penah’ın, tağşiş edilmiş de olsa piyasada para bulunmasına önem verdiği ve paranın çekilmesini büyük bir tehlike olarak gördüğü anlaşılıyor. Lüks kumaşların ticaretinde satanın kârlı, alanın zararlı olduğunu ama bunun zararına dünya halkının ortak olmadığını söyledikten sonra altın ve gümüşten tel ve kılaptan üretilmesinin ise paranın kıtlığına yol açacağı için dünyadaki herkese ve hatta daha doğmamış olanlara bile zarar verdiğini ileri sürüyor. İlginçtir, henüz hiçbir uluslararası mekanizma veya kurumun olmadığı bir çağda, altın ve gümüşün bu yolla piyasadan çekilmesinin önlenmesi için dünyanın tüm kralları ve yöneticilerinin ortak hareket etmesinden söz ediyor. Kılaptan ve sırma işleyerek geçinenlerin ise “nadide nakışlar” ile süslü kumaşları işleyerek işsiz kalmalarının önlenebileceğini düşünüyor.
Altın ve gümüşün bu şekilde telef edilmeyip korunması çok önemliymiş çünkü paranın azalmasıyla, insanlar da hırslı olduğu için her kötülüğü yaparlar ve dünya düzeni bozulurmuş. Aslında, eskiden bu kadar altın ve gümüş kullanılmamasına rağmen dünya çoktan fena olurmuş ama Amerika’nın bulunması “dünyanın imarına ve imdadına” yetişmiş. Şimdi ise eskisine göre birkaç kat daha fazla kullanım olduğu için “ve dahi bundan sonra Hiristofili Kolombo ve Amerika-i saniye” olmayacağı için bu telef Allah’ın rızasına ve şeriata aykırıymış. Eğer diğer krallar ve prensler ittifak etmezlerse, tam istendiği gibi olmasa da, Osmanlı devleti tel, kılaptan ve sırma üretilmesini yasaklar ve altını gümüşü yerinde kalırmış.
Penah’ın görüşlerini tartışan Yavuz Cezar, onun düşündüğü sistemin otarşik bir ortam varsayımına dayandığını, dış ticaretin adeta yok sayıldığını belirtiyor ve “Paranın bizatihi kendisinin döviz niteliği taşıdığı metalik para rejimlerinde böyle bir otarşi varsayımı gerçeklerle çelişir ve sistemi battal hale getirir” gözleminde bulunuyor. Bütün dış ticaret değilse de Penah’ın Hindistan’dan yapılan lüks ithalata karşı olduğunu söyleyebiliriz. Aslında, önerisi paranın artık döviz niteliği taşımaması anlamına geliyordu. Para nominal olarak pahalı olsun, içindeki kıymetli metal az olsun, dolayısıyla Hintli bu parayı alıp götürmesin, karşılığında lüks kumaş getirmesin, halk yerli alternatiflere yönelsin, yerli sanayi gelişsin! Evet, otarşi istiyordu ama bilinçsiz olduğunu hiç söyleyemeyiz. Kaldı ki onun fizyokratları memnun edecek görüşleri de vardı.