Alimin hoşgörüsü dervişin fikri
Osmanlı tarih yazarları arasında Babaîler konusunda bir fikir birliği bulunmamaktaydı.
Babaîler isyanı gibi Selçukluları temelinden sarsmış büyük bir olayın Osmanlı tarihçileri tarafından nasıl görüldüğünü tartışıyorduk. Bazı tarihçilerin, Selçuklu resmî görüşlerini yansıtan tarihçi İbn Bibi’nin, Babaîleri Müslüman olarak bile görmeyen yaklaşımından etkilenmelerine rağmen, sayıları hiç de az olmayan diğerlerinin bu tür görüşleri benimsemekten uzak oldukları görülüyor.
Osmanlı kurucu çekirdeğini oluşturan grubun, büyük bir ihtimalle Anadolu’nun daha eski Türk sakinlerinden değil de, Moğolların Harzemşahlar devletini yıkmasından sonra Anadolu’ya giriş yapan Oğuz- Türkmenlerden oldukları düşünülürse, bir varsayım olarak, bunların Selçuklu merkezine karşı Babaîleri desteklemiş olmalarının mümkün olduğu da söylenebilir. Her hâlükârda, en erken Osmanlı kaynaklarında Osmanlı yöneticileriyle yakın ilişki içerisinde gösterilen ve aralarında Babaîlerin de bulunduğu dervişler, babalar ve dedelerin varlığı, Anadolu’nun daha eski şehir merkezlerinden daha farklı ve diğer uç beyliklerindekine benzer bir sosyal çevreye işaret ediyor. Dolayısıyla, salt teorik bir noktadan bakarak, Osmanlı tarih yazarlarından pek çoğunun Babaîler konusunda, İbn Bibi’den daha farklı bir yerde durmalarının doğal olduğu ileri sürülebilir.
Öte yandan, Yazıcızâde Ali’nin, İbn Bibi’yi, Babaîler konusunda olduğu gibi çevirmesi belki de Osmanlı toplumunda nispeten erken dönemlerden beri bu konuda bir fikir birliği olmadığına işaret ediyor olabilir. Aynı şekilde, burada II. Murad’ın saltanatının başlarından beri uç kültüründen bir sıyrılma arzusu, çeperden merkeze doğru bir seyahat isteği de sezinleyebiliriz. Yine de Yazıcızâde’nin metninin son kertede bir çeviri olduğunu göz önünde bulundurarak onu diğer Osmanlı kaynaklarından bir miktar ayrı tutabiliriz sanırım.
Baba İlyas’ın soyundan gelmekle övünen, dahası Geyikli Baba- Orhan Bey ilişkisi üzerinden Vefâî- Babaîlerin erken Osmanlı toplumundaki rolünü öne çıkaran Âşıkpaşazâde’nin, Babaîlerin Selçukluya karşı ayaklandığından bahsetmemesi ise manidardır. Bu sessizliğin gerçek anlamda bir bilmeme hâlinden kaynaklanması ihtimali yok denecek kadar küçüktür. Âşıkpaşazâde, Hacı Bektaş ve kardeşi Menteş’i, Baba İlyas’a intisap etme arzusuyla Horasan’dan Anadolu’ya getiriyor ve sonra, Kayseri’de kardeşinden ayrılan Menteş’in Sivas’a dönerek orada “şehit” (bazı nüshalarda müteveffa diyor) edildiğini söylüyor. Eğer, Ahmet Yaşar Ocak’ın önerdiği gibi bu şehit olma hadisesi Babaîler ayaklanmasında ise Âşıkpaşazâde’nin Babaîler isyanına dair söylediği her şey bu müphem imadan ibaret olmuş oluyor.
Gerek duyduğu zaman Âşıkpaşazâde’nin anlatımından ayrılmakta tereddüt göstermeyen Neşrî’nin de Babaîler isyanından hiç bahsetmemesi, onun Anadolu Selçukluları hakkında çok ciddî bilgiler veren bir tarihçi olduğu hatırlanırsa daha az düşündürücü değildir. Neşrî’nin kaynakları arasında Yazıcızâde olduğuna göre, o da İbn Bibi’yi büyük oranda çevirdiğine göre Neşrî’nin bu kaynaktan habersiz olması düşünülemez. Şu kadarı var ki, Neşrî, Cihânnümâ’sının bugün meydanda olmayan ilk beş cildinde, Selçuklular bahsinde bu konuya değinmiş olabilir. Bugün bu eserin elimizde sadece Osmanlı tarihini anlattığı 6. Kısmı bulunuyor. İşte bu kısımdaki oldukça geniş tutulmuş olan Rum Selçukluları özetinde, Gıyaseddin Keyhüsrev’in saltanatı bahsinde, Moğolların bu sultanı yenilgiye uğrattıkları ve onun bağımsız hüküm süren son Selçuklu hükümdarı olduğu bilgisi var ama Babaîlerden hiç bahsedilmiyor.
Baba İlyas ve Babaîler hakkında bilgi veren, kesin tavır alan ve dahası kendisinden sonraki pek çok tarihçinin Babaîlere bakışını etkileyen Osmanlı tarihçisi Oruç Bey’dir. Oruç’un kaynağı olarak andığı Âşıkpaşazâde için “Baba İlyâs ve Muhlis Paşa ve Âşık Paşa ve Elvân Çelebi neslinden ve muhiblerinden idi” demesi, tarihçimizin Babaî kökenlerini ve şahsen de Vefâî- Babaîliğini pek güzel ortaya koyuyor ama Babaî ayaklanmasından bahsetmemesindeki tuhaflığı da iyice görünür kılıyor. Oruç’un bilgilerinin bir bölümünü Elvan Çelebi’den aldığı, bu anlamda doğrudan bir Babaî kaynağına dayandığı da sabittir. Oruç, Baba İlyas’ı şöyle tanıtıyor:
“Meğer ol zamanda bir aziz şeyh vardı, Baba İlyas dirlerdi. Vilâyet-i Acem’den gelmiş idi. Cingiz Han talgalığından (…) [G]elüp Amasiyye’de nahiyelerinden bir kasaba yir vardur, Çat dirler anda vatan dutmışdı. Sultan Alâeddin zamanıydı. Mevlana Celâleddin ol vakt Konya’da olurdı.”
Sultan Alâeddin şeyhleri ve dervişleri çok sevdiğinden hepsi gelir ve onun memleketinde toplanırmış. Fakat zalim oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında işler tersine dönmüş. Gıyaseddin, “Baba İlyas’un müridi çok olduğu cihetden Baba İlyas’dan hafv idüp” bir bahaneyle “Baba İlyaslıları” kılıçtan geçirtmiş. Görüldüğü gibi, Oruç, aslında Baba İlyas’ın ayaklanma çağrısı yaptığından ve bir ayaklanma olduğundan bahsetmiyor bile. Onun anlatımında söz konusu olan, Sultanın, Baba İlyas’ın müritlerinin çokluğundan ve dolayısıyla dünyevî güç kazanmasından korkarak, ortada bir ayaklanma olmaksızın harekete geçip bir katliam yaptırmasıdır.
Elbette ki, gerçek tarihî olaylar Oruç’un dediği gibi de cereyan etmiş olabilirdi, nihayetinde iktidarını yitirmek istemeyen bir hükümdarın sırf endişeden ötürü harekete geçmiş olması da mümkündür. Yalnız, Babaî isyanı hakkındaki bütün kaynaklar Baba İlyas’ın (ve/ya Baba İshak’ın) isyan ettiğini aktarmakla kalmıyor, Selçuklu ordusuyla olan savaşların da ayrıntılı anlatımlarını veriyorlar. Bu anlamda Oruç’un normatif bir tarih yaklaşımına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu, tutum, yani olması gerektiği gibi bir tarih aktarma yaklaşımı, hadiseden sonrasını anlattığı sırada iyice belirginleşiyor.
Buna göre, Sultan Gıyaseddin’i bir gece kendi köleleri öldürmüş ve bir süre sonra soyundan kimse kalmamış, memleket boş kalmış. Bu noktada “Babayîlerden Âşık Paşa babası Muhlis Paşa bir sebeble vilâyete padişah” olmuş ve “Babayîleri kıranlardan kudret desturuyla intikam alup, Babayîleri kıranları hep kılıçtan” geçirmiş. Kırk gün veya başka bir rivayete göre de altı ay beylik etmiş. İlginçtir, Oruç, Anadolu tarihinde bilinmeyen bu olayı, Karamanoğullarının ortaya çıkışı bağlamında anlatıyor. Muhlis Paşa, “İç-İl’de Baba İlyas zamanında halife olan” “Nureddin Sûfi Kadı”nın, Karaman adlı beş yaşındaki oğlunu “kendü eliyle tahta geçirip padişah” yapmış ve “Bunun nesli bu vilâyeti duta, padişah ola” diye dua etmiş. Bir kısmı, Menâkıbü’l- Kudsiyye’den gelse bile, daha doğrusu Mertol Tulum’un tesbit ettiği gibi Oruc’un bu kaynağı yanlış anlamasından kaynaklansa bile, onun büyük ihtimalle Karaman kökenli başka kaynakları da olduğu anlaşılıyor.
Safevilerin Müslüman olmadığına, onlarla yapılan savaşın cihat olacağına ve dolayısıyla da köleleştirilebileceklerine dair fetva veren ünlü âlim, şeyhülislâm ve tarihçi Kemalpaşazâde de Oruç’un kurgusunu büyük oranda benimsemiştir. Öğrencisi Ebussuud ile birlikte 16.Yüzyıldaki Osmanlı Ortodokslaşmasının teorik seviyedeki iki mimarından biri olan Kemalpaşazâde’nin, Babaîlere bu bakışı fevkalade dikkat çekicidir.
O da Babaîleri, Karaman’ın zuhuru bahsinde ele alıyor. Ona göre, Baba İlyas, “âsâr-ı kerameti gün gibi zâhir”, bir şeyh idi. Yaptığı irşâd ile Rum ülkelerinde şöhret kazanmış, “envâr-ı hüsn-i terbiyeti ve yümn-i himmetiyle” yani güzel ahlâkının saçtığı nurlar ve yardımlarının uğuruyla kalplerde kabul görmüştü. “Cengiz-i gümrâh Hârezmşah üzerine huruç” edince, Horasan’dan Rum’a gelmiş, şeyhleri seven Sultan Alâeddin tarafından hoş karşılanmıştı. Âlaeddin’in ölümü üzerine yerine oğlu Gıyaseddin Rum’a padişah olmuş, Moğol istilası dolayısıyla Selçukluların gücünün zayıfladığı bir sırada Baba İlyas’ın huruç ve “evc-i âsmân-ı saltanata urûc” edeceği (saltanatın en yüksek noktasına çıkacağı) ihtimalini düşünerek korkmuştu:
“Zirâ Babayîlerin kesreti ve şevketini bilüb kulûb-i nâsın ol tayifeye ikbâlini işitmişidi. Çün ol bed-endîşin içine ceyş-i teşviş doldı ve gönlüne bu vesvese yol buldı. Mezkûr tayifenin istîsâline ikbâl idüp tedmirleri tedbirine meşgul oldu.”
Kemalpaşazâde, Babaîlerin çokluğundan ve gücünden korkan sultanın onların ayaklanacağı ve saltanatı ele geçireceği ihtimaliyle köklerinden çıkarılıp atılmaları ve yok edilmeleri emrini verdiğini söylüyor. Halkın sempatisinin Babaîlere dönük olduğunu kabul etmekle birlikte, asıl kötülük düşünenin sultan olduğunu ve her şeye onun vesvesesinin sebep olduğunu söylüyor. Dilinin münşi dili olması bizleri yanıltmamalı. Kemalpaşazâde de Babaîlerin suçsuz olduğu düşüncesindedir ve Sultan Gıyaseddin’i “gaddar” olarak nitelemektedir. Kaynağı olan Oruç’un hiç bahsetmediği bir şekilde Selçuklu ordusunun bir Cuma günü, halk namazda iken baskın yaptığını ve o cemaatin çoğunu öldürdüğünü söylüyor. Babaîlerin ancak pek azı kurtulmuş, kurtulanların da her biri bir diyara gitmiş ve böylece cemiyetleri dağılmış, güçleri kırılmış. Tarihçimiz, “Ol hanedana mensup olanlar muhtefî (saklanarak) olub yürürlerdi, görelim zamane ne suret gösterir deyü sinüb dururlardı” diyerek katliam sonrasında Babaîlerin yeraltına indiklerine dikkat çekiyor.
Hikâyenin kalanı ve Karaman bağlantısı ufak farklılıklarla Oruç’taki gibidir. Sultan Gıyaseddin, Moğollar elinde ölünce (!) ülke fitne ile dolmuş. Fetret zamanında fırsat el vermiş, “Babayîler baş kaldurup gene iktidar” bulmuşlar. Etrafa dağılmışken yine ortaya çıkmışlar. Muhlis Paşa hakkında hayalî bir tarih anlatsa da Kemalpaşazâde’nin dili kimlerin yanında olduğunu gösteriyor:
“Âşık Paşa babası Muhlis Paşa ki ol zamanda mezkûr tayifenin muktedasıydı, etbaını ve eşyaını cem‘ itdi, Selçukîlerin üzerine hücum idüb Babayîler husûmundan intikam alub ol bed-fercâmların (sonu kötüler) içtimaını dağıttı.”
Elvan Çelebi’nin, kendi sülalesini masum göstermek için kaleme aldığı Menâkıbü’l- Kudsiyye’nin ve herhâlde bazı sözlü geleneklerin Osmanlı tarihçilerinin Babaîlere sempatiyle bakmasında etken olmuş oldukları söylenebilir. Nihayetinde, Osmanlı, Selçuklu değildi… Dolayısıyla, mesela Kemalpaşazâde’nin, çocukluğunda babasının görevlerinden dolayı ilk eğitimini aldığı Amasya ve Tokat’ta yerel Babaî geleneklerinden haberdar olduğu yolunda bir spekülasyon yapabilir miyiz, bilmiyorum. Asıl şaşırtıcı olanın ise Babaîler konusunda bazı tarihçilerin, Selçuklu tavrını aynen benimsemesi olduğuna değinmiştim. Bunlardan tarihçi ve Mevlevî şeyhi Müneccimbaşı Derviş Ahmed Dede’nin Babaî antipatisini de, yine bir tahminde bulunarak Mevlevîliğine yorabilir miyiz, orası da başka bir sorudur. Doğrudur, o da sonuçta İbn Bibi’ye dayanıyor ve ondan özet yapıyor ama Babaîlere olumlu bakan tarihçileri tercih etmemesinin de bir nedeni olmalıdır.
Müneccimbaşı’na göre, Baba İshak Kefersud nahiyesinden huruç etmiş bir müfsitti. Zühd göstererek ve dünyadan çekildiği yalanıyla Türkmenleri ve diğer saf köylüleri kandırmış, onlardan pek çok mürit edinmişti. Tarihçimiz, “Bir mikdar hokkabazlık dahi bilüb ol şa’bezelikleri (el çabukluklarını) kerâmât olmak üzere halka satardı” diyor. Sonra Amasya taraflarında, bir mağarada inzivaya çekilmiş, sadece müritleriyle görüşmüş. Sonunda da müritlerini göndererek, halkı iğva etmiş ve bir gün de Allah tarafından görevlendirilmiş gibi “alem-i şikak”ı (anlaşmazlık bayrağını) açmış. Başına toplanan ayaktakımıyla Amasya ve Tokat yörelerine saldırmış, geçtikleri yerleri yağmalamış, karşılaştıkları komutanları yenmişler. Nihayet sultan bunları duyunca Mübarizüddin adlı büyük bir beyini göndermiş. O da “şaki-i merkumu” idam etmiş. Onun eşkıyalık bayrağı altına toplanan müfsitler güruhu bunu duyunca dağılmışlar ve kargaşaları yeryüzünden kalkmış. O melunlar, haşa, Baba İshak’ın peygamber olduğuna inanırlarmış.
Görüldüğü gibi Babaîler konusunda rivayet muhtelif. Belirli bir risk alarak, başlangıçta ağırlıklı olarak Babaîlerden yana tavır alan Osmanlı tarihçilerinin zamanla Selçuklu resmî görüşlerine yaklaştıkları da ileri sürülebilir. Mesela, 19. Yüzyıl tarihçilerinden Hayrullah Efendi, büyük oranda Kemalpaşazâde’ye dayansa da olayı yorumlayışı çok farklı olmuştur. Babaîlerin taraftarları çoğalınca ve devlet işleri hakkında bazı dedikodular ortaya çıkınca Sultan harekete geçmiş, bu konuda sadece askerî şeflere bilgi vermiş, onlar da halktan gizli olarak Çat’a gelmişler ve “Cuma günü halk cami-i şerifde iken cümlesini telef” etmişler. Hayrullah’ın ifadeleri, halk camideyken Babaîlerin katledildiği şeklinde anlaşılmaya müsaittir. İzleyen ifadeleri ise Babaîlerin ortadan kaldırılmalarına olumlu baktığı konusunda herhangi bir kuşkuya yer bırakmıyor. Muteber bir kaynağında, “Gıyaseddin-i müşarünileyh bu hizmeti yani Babaîlerin ortadan def’ u ref’i hususunu Ertuğrul Gazi’nin vasıtasıyla icra etmişlerdir” yazıyormuş. Herhâlde, Hayrullah Efendi, Ertuğrul Gazi’nin Cuma namazı sırasında camide katliam yaptığını söylemezdi!