Şûrânın olmazsa olmazlığına dair
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku öğretim üyesi şair-yazar Fatih Okumuş, Hazret-i Muhammed’in Yaşam Öyküsü, Kahire Kitabı, Malik Bin Nebi, Cennetim Olur musun, Süleyman İle Belkıs, Rotterdam’ın Orta Yeri Minare ve Bana Yıldızını Söyle adlı kitaplarıyla tanınıyor.
Aslında “İslami hareketlerin şura prensibi karşısındaki tutumu”na ilişkin bir kitabıyla da tanınması gerekiyordu ama bu konudaki doktora tezi maalesef kitap olarak çıkmadı daha.
Geçen sene bu günlerde yayımlanması gündemdeydi; nedense olmadı.
Neyse ki ben Fatih Hoca ile arkadaşlığımız sayesinde okuma imkânını buldum.
Çarpıcı, zihin açıcı, aydınlatıcı bir çalışma.
Ankara Ekspresi’nde, tezinden hareketle şûrâ prensibi üzerine uzunca bir mülakat yapmıştık Fatih Hoca’yla.
Bugün ve yarın bu mülâkatın bazı bölümlerini sizinle paylaşmak isterim.
***
SORU:
Hocam, zırcahile anlatır gibi anlatır mısınız lütfen, şûrâ tam olarak nedir ve İslam’da şûrâ prensibinin dayanakları tam olarak nelerdir? Kur’an’da bu konuda tam olarak ne deniyor ve Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu konuda tam olarak nasıl hareket etti?
CEVAP:
Şûrâ, işlerin danışıp anlaşarak, bir konsensüse vararak yapılması prensibidir. Bu işler şahsî, ailevî olabileceği gibi kamu işleri de olabilir.
Öncelikle ve hemen belirtmeliyim ki şûrâ farzdır.
Allah’ın elçisi (sav) ömrü boyunca her işini şûrâ ile yapmıştır. Onun meydana getirdiği ve rehberliğini yaptığı toplum (ki bu topluma literatürde “ümmet” denilir) merhametli, namaz kılan, zekât veren ve işleri aralarında danışıklı bir topluluktur. İslam’ın kitabı Kur’an-ı Azimüşşân İslam toplumunu böyle tanımlar:
“Size verilen her şey dünya hayatının geçici zevklerinden ibarettir. Allah katında olanlar ise daha iyi ve daha kalıcıdır. Bunlar, iman eden ve rablerine dayanıp güvenenler içindir. Onlar büyük günahlardan ve hayâsızlıklardan kaçınırlar, öfkelendiklerinde dahi bağışlarlar. Rablerinin çağrısına uyarlar, namazı özenle kılarlar. İşleri de aralarındaki danışma ile yürür. Kendilerine verdiğimiz rızıktan başkaları için harcarlar. Onlara haksız bir saldırı yapıldığında elbirliğiyle kendilerini savunurlar.” (Şûrâ Sûresi, 42/36-39)
Bu ayet-i celilelerde şûrâ terimiyle ifade buyrulan danışmacılık özelliği namaz ve zekât farzlarının ortasına yerleştirilmiştir. Namazsız, danışmasız, infaksız olmaz… Namazımız şekilde kalıyorsa bizi nasıl ki aşırılıktan ve kötülükten alıkoymazsa; danışmamız da biçimden ve seçimden ibaretse bizi zulümden ve istibdattan alıkoymaz.
Namazın özü zikir; şûrânın ve zekâtın özü adalettir. Danışma politik katılımı sağlar, zekât müessesesi sosyal adaleti temin eder. Ne yazık ki tarihimizde namazın ve zekâtın fıkhı yazıldığı halde şûrânın fıkhı yazılmamıştır. Yeryüzü mescittir eyvallah, lakin namaz kılmak için mescitler inşa edilmiştir. Zekât da az çok kurumsallaşmıştır. Yeterli değildir; ama hiç olmazsa teorik olarak kabul görmüş bir umdedir. Oysa danışmacılık etiği, farzı, vacibi, sünneti, müstehabı ile terk edildiği gibi, içi boşaltılarak işlevsiz hale getirilmiştir.
Yöneticinin şûrâ ehline danışması, kamuyu alakadar eden her konuyu danışması farz olduğu gibi meşveret neticesinde ortaya çıkan mutabakata tabi olarak, alınan kararı uygulaması da farzdır. Bu farzın ikamesi için gerekli bulunan müessese ve usulleri kurmak ve geliştirmek de farz olur.
Çağımızdaki şûrâ tartışmalarında Müslüman âlimler veya düşünürler genellikle yöneticinin meşveret meclisine kulak vermesi gerektiğine dikkati çekerler. Bu yaklaşım tek taraflıdır. Oysa ümmet olarak bir şûrâ sorunumuz varsa bunun müsebbibi tek başına devlet başkanları veya daha küçük ölçekteki kamu yöneticileri olamaz. Bu aynı zamanda bir gelenek ve kültür meselesidir.
Türkiye’yi esas alacak olursak ailede, özel sektörde, sivil toplumda, siyasi partilerde ve nihayet devlet yönetiminde bir danışamazlık meselemiz vakidir. Bir türlü danışamıyoruz. İşlerimizi aramızda anlayışla, uyum ve uzlaşma ile çözemiyoruz. Konuyu daha iyi kavrayabilmek için devleti bir kenara bırakıp özel sektöre bakalım. Bir şirketin yönetim kurulu toplantısında katılımcılar yani şûrâ meclisi kendi fikirlerini açıkça ifade edebiliyor mu? Bu psikolojik ortam ne kadar sağlanabiliyor? Ortam sağlansa bile sonuçta şirketin çalışanı durumunda bulunan üst düzey yöneticiler patronlarının yaklaşımlarından ne kadar farklı düşünebiliyorlar? Bir şirkette yönetim kurulu üyeleri patronun fikrinin ne olduğunu tahmin etmeye çalışıp, onun yaklaşımına makul gerekçeler üretmeye yöneliyorlarsa o şirket zamanla piyasadaki payını kaybetmeye başlar.
Sorun sadece istişareyi terk eden yöneticilerde değil ve fakat aynı zamanda Peygamber tabiriyle “yöneticilere nasihat”i terk eden aydınlarda, âlimlerde…