Kutuplaşmadan şikâyet edenlere öneriler
Kendi gerçeğimiz üzerine yürüyen tartışmada, tüm toplumun üzerinde anlaşabileceği tek bir cümle kaldı: “Ülke birbirini anlamayan; öfkeli; tehditkâr bir kutuplaşmanın içindedir”.
Herkes bundan yakınıyor ve sorumluluğu karşı cephede arıyor.
Aslında bu, “değişim” dediğimiz yıkım sürecinin yarattığı doğal bir patoloji. Yerleşik düzen alt üst olurken; kudret sosyolojik- siyasal yapılar arasında el değiştirirken, güçlü bir “ötekileştirme”nin önüne geçilebilmesi mümkün değil. Yeni gelenler, “mağduriyet” yaratan özne olarak eskileri; eskiler, kendi düzenlerinin meşruiyet kodları üzerinden yenileri ötekileştirirler.
Biz bu kaçınılmaz evreyi oldukça sert yaşadık.
Bu, “yıkım” için ne kadar kaçınılmaz ise; “yeniden inşa” için o kadar tehlikeli bir iklim. Kendisini yönetemeyen; ortak bir “meşruiyet normu” üretemeyen; çatışmacılığı kalıcılaştıran bir toplumun hangi parçası olursanız olun; ister “çoğunluk ve iktidar”, ister “azınlık ve muhalefet”… Kazançlı çıkmanız imkânsızdır.
Nedeni basit: Ortak meşruiyet üretememiş bir toplumda yönetenler giderek artan dozda şiddete başvurmak zorunda kalırlar. Şiddet, sadece muhatabına zarar vermez; onu kullananı da zayıf düşürür. İnsanları şiddetle birbirine bağlayamazsınız. Uçurumları büyütürsünüz; yer altını güçlendirirsiniz ve her türlü küresel oyunun kendisine alan bulduğu bir yumuşak karınla yaşamaya mahkûm olursunuz.
Ortadoğu… Şiddet cenneti… Bir tane güçlü iktidar var mı? Üstelik Türkiye’yi bir Ortadoğu ülkesi gibi yukarıdan aşağıya otoriteye-yasaklara-cezalara abanarak uzun süre yönetmek imkânsız. 200 yıla yaklaşan modernleşme tarihinden geliyor bu ülke.
***
Gelmek istediğim nokta şu: Türkiye yeniden şekillenirken hala bu kutuplaşmayı veri alıp onu tırmandırmak üzerine kurulan söylem ve siyasetler tek kelimeyle yanlıştır. Hangi kutuptan olunursa olunsun; kendi içine bakmayı “zaaf-kararsızlık-ihanet” olarak kodlayan; hiç hakkaniyet gözetmeksizin her koşulda karşı cepheye yüklenen; kendi cephesini “dava/düşman” ikiliği üzerinden “savaşa çağıran” dili dengeleyecek bir ağırlık merkezi oluşturulmaya çalışılması gerekir.
Hiçbir kesim, yürüttüğü sertlik ile diğer kutup içinde bir ılımlılık etkisi yaratamaz. Arada, yıkım sürecinin ürettiği ses geçirmez duvarlar var. Her kesimin bu sesleri kendi içinden yükseltmesi gerekiyor. Sesler büyüdükçe duvarlar küçülecek; “karşı tarafa” da ulaşabilecektir. Kategorik karşıtlık içinden bakanlar “karşı tarafta” oluşan farklı tutumları görebilir olacaktır. Böylelikle karşıtlıkları değil ama düşmanlıkları; rekabeti değil ama savaşı bitirebilecek medeni köprüler inşa edilebilecektir.
Kuşkusuz bu çok güç bir iş. Tribün baskısına; ağır hakaretlere; en hafifinden, alkış almaya alıştığınız çevrenin burun kıvırmalarına direnecek bir cesaretiniz olmalı. Hem muhafazakârlar, hem seküler kimlik dünyası ve hem de Kürt toplumu için çok sancılı bir tercih alanı bu. Kutuplaşmış bir toplumda, “dava! insanlarının”; “hain dedektörlerinin”, “ külyutmaz! cephe savaşçılarının” sesi güçlü çıkar.
***
Gerçekten toplumsal bölünmeden, ötekileştirmenin ağır dozundan şikâyetçiyseniz…
Şunu önerebilirim…
Öncelikle, Türkiye yeniden kurulurken “karşı tarafı” etkisizleştiremeyeceğinizi; onlarla barış içinde yaşamanın zorunlu olduğunu kabul etmekle başlayın işe. Aidiyet tarafınızda, kim sesiyle kalemiyle karşı tarafı tasfiye hayallerine en sert yatırımları yapıyor; kim ılımlı ve kendi dünyasına da yönelebilen hakkaniyetli bir eleştirel dil kullanıyor… Buna bakın. O sesi dikkate alın. Ezilmesine izin vermeyin.
Kavgayı kimin başlattığı; kimin haklı olduğu sorusuna değil; nasıl yumuşatılacağı sorusuna odaklanın. Buna dair cevabı olmayan kavga ajitatörlerine (kulağınızı kapatamıyorsanız bile) en azından cesaret vermeyin.
Yerim bitti.
Ama bu konu çok daha geniş tartışılmayı hak ediyor…