Kutuplaşma tarihimize yeniden bakış
Kutuplaşma sorunu üzerine tartışırken, tarihe dönmeyi; çatışma süreçlerini yeniden okumayı anlamsız bulanlar çıkabilir. Ben öyle düşünenlerden değilim. Kutuplaşmanın aynı zamanda bir hafıza inşa etmekle ilgili olduğuna inanıyorum.
Soyut tartışmalardan reel örneklere geçmek risklidir. Fakat, bizi biz yapan tarihe bakmaktan kaçarak; mayınlı alanlardan uzak kalarak, kimlik algılarımızı değiştiremeyiz. Oysa düşmanlıkların yumuşamasında bu algıların üstüne gitmeye ihtiyacımız var.
Gezi’yi ele alalım.
Kutuplaşmayı derinleştiren kritik eşiklerin başında gelir Gezi.
Gezi; meşru iktidara karşı yıkıcı uluslararası bir komplodur. Göstericiler, hiçbir haklılık taşımayan; işbirlikçi ya da aldatılmış, müzakere edilmeye değmez eylemcilerdir.
Bu mudur?
Gezi baştan sona meşruiyeti esas alan; şiddeti dışlayan; (sokağın üstünden) iktidarı devirmek isteyenlerin etkili olmadığı, demokratik bir protestodur. İktidar tek taraflı, faşizan bastırma yöntemleri kullanmıştır; Gezi eylemleri karşısındaki tutumunun meşruiyeti yoktur.
Yoksa, bu mudur?
***
İki tavır da, karşısına aşırı kör kalan; hakkaniyet duygusu taşımayan bir bakışı temsil ediyor. Her iki tarafın sesinde de süreç boyunca en küçük bir içe bakış; karşısının duyabileceği ılımlı bir tondan eser yoktu. Bugün de konu Gezi ise aynı tutum devam ediyor…
Gezi, işbirlikçi hainlerin ayaklandığı, planlı programlı bir küresel komplo değildi. Çok görünür (ve bence) meşru iç dinamiklere dayanıyordu. Kaybetmiş ve hazımsız Beyaz Türk dünyası Erdoğan’a baktığı zaman, bütün hayatına kendi ideolojisi üzerinden nizam vermeye çalışan aşırı müdahil, otoriter bir İslamcı görüyordu. Heykel, kürtaj, üç çocuk, dindar nesiller, (tıksırıncaya kadar) içki vb. söylemleri hatırlayın. Seküler kültür içinde bütün bu tartışma temaları, bireylerin kendi özgür karar alanlarında bulunan konulardır.
Erdoğan’a ilişkin algının haklı veya haksız olmasının da hiç önemi yoktur. Muhafazakâr kesimin sekülerlere ait bu duyarlılıkları paylaşmamaları, yanlış ve haksız bulmaları kuşkusuz ki meşrudur. Fakat, sekülerlerin şiddetsiz yollarla protesto gösterileri yapmaları da o kadar meşrudur.
Gezi’yi tetikleyen özgün sorun olarak Taksim düzenlemesi konusunda da Erdoğan bence hiç gereği yokken aşırı baskın, “çoğunluk bizdeyse size soracak değiliz”ci, meydan okuyucu bir üslup benimsedi.
Çadırlar Park’a bu psikolojik atmosferde kuruldu. En kabul edilemeyecek tepki ise o çadırların barbarca yakılıp, tekme tokat çocukların kovulmasıydı.
“Mesele ağaç değil hala anlamadın mı” sorusu bu süreci anlatıyordu. Dokunduğu nokta gerçekti.
Bütün bunlardan sonra insanlar silahsız şiddetsiz sokağa akarken, “çapulcu” ithamı geldi.
Burada kesiyorum iktidarın sorumluluğu üzerine söyleyeceklerimi…
Ve şunu söylüyorum: Bunları hiç görmeden; içe bakmayı zayıflık ilan ederek Gezi’yi yıkıcı bir komplo olarak tanımlamak hakkaniyetsizdir; kutuplaştırıcıdır. Bugünlere kadar gelen ağır tortulara ortak olmaktır.
***
Gezi’yi, baştan sona meşru bir demokratik protesto olarak tanımlayanlar da haksızlar; açıkça gerçekleri örtüyorlar. İlk birkaç günden sonra bütün eylemlere şiddet egemen oldu. Marjinal gruplar “devrim” hayalleriyle sokağı işgal etti. Meydanlarda Erdoğan’a toplu galiz küfürler savruldu. Dolmabahçe’yi işgale kalkışıldı. Elle tutulur hiçbir somut demokratik talep kalmadı. En sonunda da Erdoğan görüştüğü heyete “Taksim düzenlemesi için yargı kararını bekleyeceğiz; yargı bizi haklı görse bile referanduma gitmeden uygulama yapmayacağız” taahhüdünde bulunmasına rağmen eylemi koordine eden komiteden “mücadele yeni başladı meydanı boşaltmıyoruz” kararı çıktı.
Bunların görünmez kılınması; dahası Gezi’nin Türkiye’nin “umut veren yeni yüzü” ilan edilerek ona “ruh” izafe edilmesi, kutuplaşmanın inşasında belirgin bir aşırılıktı.
Kutuplaştırıcı tarihimizi örnekler üstünden tartışmaya devam edeceğim.