Bizim Büyük Yalnızlığımız: Sezai Karakoç
“Yanlış trenden indin seni şehrin aynasından geçirdiler
Sana baktım yıllarca hep aynı özlem penceresinden
Yürüyen ve kaçan yalın ve çocuksu özlem penceresinden
Denize karşı küçüle küçüle giden evleri
İnce ince karşılardın olağan karşılardın
Şen dünya içinde sen dünya içinde bir avuç şen dünyaydın sen”
-Sezai Karakoç / İlk
O bu dünyadan göçeli bir yıl olmuş. Nasıl da buharlaştı zaman. Ne, ne zaman oldu anlamıyor insan.
Vefat haberini aldığımda arkasından bir yazı yazmayı başaramamıştım. Oysa borcumdu ona. Üzerimde emeği vardı, derdimi dinlemişti, yaramı sarmıştı. Arkasından birkaç cümle de olsun şahitlik yapmalıydım. Başaramadım. Telafi yerine geçsin bu yazı.
Çok eskidendi benim için. Lise birdeydim ve çok feci aşık olmuştum. Kız bana pas vermiyordu; dalgın ve yalnızdım. İlk ara karnede tam altı tane bir getirmiş, benden adam olmayacağını herkese ilan etmiştim. Bir ergenin yaşayacağı bu ortalama dertlerin ötesinde hayatın bazı gerçek sorunlarıyla da karşılaşmıştım.
Aşkıma bir karşılık, derdime bir derman arıyordum. Ablamın kitaplığındaki Gün Doğmadan’la karşılaştım sonra. Geceleri sessizce şiir okumaya başladım. Beni anlatıyordu sanki. Derdimi anlayan biri vardı. Benim dermanım kitaplardaydı. Hem başka şairleri hem de Karakoç’un başka kitaplarını merak etmiştim.
Okumaya başladım. Onun söylediği her şey sanki benim aradığım şeydi. Diriliş Neslinin Amentüsü’nü ilk okuduğumda çok heyecanlanmıştım. Tamamdı işte, her şey burada yazılmıştı. Bir yandan Edebiyat Yazıları’nı, diğer yandan İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü’nü okuyordum. Baktım ki bu böyle olmayacak. Benim bu adamı bulmam, elini öpmem şarttı.
Yüce Diriliş Partisini aradım. Dedim ki böyleyken böyle. Tam olarak ne dediğimi hatırlamıyorum ama yardımcı olmak istediler. Partinin şu anda Genel Başkanı olan Lütfü Yılmaz bir akşam vakti beni ve bir arkadaşımı Fatih’e bir buçuk saat mesafedeki evimizden aldı. Bulunduğu odaya girerken öyle heyecanlıydım ki ellerimin titreyişini hâlâ hatırlıyorum. İçeri girdiğimizde ayağa kalkmıştı. Adımızı, memleketimizi, okulumuzu, sınıfımızı sordu, uzun uzun konuştu bizimle. Dışarı çıktığımızda şaşkındık.
Sonra İstanbul Üniversitesinde Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanınca Fatih’te bir yurda yerleşmiştim. Artık yanına daha sık gidip gelebiliyordum. Sohbeti ilerletmiştik. Ona Cemal Süreya’yı, Turgut Uyar’ı soruyordum bazen. Bazen de siyaset konuşuyorduk. Başkanlık sistemi 2015 yılında yoğun olarak tartışılmaya başlamıştı. Bu konudaki görüşlerini sorduğumda beni yanına oturtmuş uzun uzun açıklamıştı.
Bunu Türkiye’de gündeme getiren ilk siyasi parti biziz deyip Türkiye’deki başkanlık sistemi tartışmalarının kısa tarihini anlattı önce. Müthiş hafızasıyla tarih vere vere söyledi hepsini. Sonra dünyadaki siyasi sistemleri anlattı. En nihayetinde ise Türkiye’nin bir sistem sorunundan önce öz sorunu olduğunu, sistemi değiştirmenin adaleti tesis etmeye yetmeyeceğini, sistem tartışmalarıyla vakit kaybettiğimizi, toplumun siyasetten önemli olduğunu söylemişti. Teknik açıdan Türkiye’deki başkanlık sistemini konuşabilmek içinse önce teklifin somut olarak açıklanması gerektiğini vurgulamıştı. Bu konuşma sırasında ben 18 yaşında sıradan bir gençtim, o ise 82 yaşında kocaman bir şairdi. Üşenmemişti, küçümsememişti, uzun uzun cevaplamıştı beni.
Bir keresinde şiire dair sorular soruyordum. Cevaplarken bir şiirini okudu bana. Karaçay’ın Türküsü şiiri. Titreyen sesi ve elleri, şiir okurkenki coşkusunu hiç değiştirmiyordu. Şiirin piri, karşımda şiirini okuyordu. Hiç unutmadım o anı, unutamam.
2016 yılında Serçe Dergisini çıkarmaya başlamıştık. Türkiye’de peş peşe bombaların patladığı ve toplumsal / siyasal gerilimin tekrar zirveye çıktığı o dönemde yalnızca küçük ve iyi şeyler söylemek için kurduğumuz bu dergiyi “Zalime ebabil olamıyorsak mazluma serçe oluruz” sloganıyla ilan etmiştik. Büyük bir amatörlük taşıdığını o zamanlar tam anlayamadığımız ilk sayımızı ona götürdüğümde hissettiğim her şey taptaze. Israrla sormamızın ardından birkaç küçük teknik hatayı büyük bir nezaketle paylaşmıştı bizimle. Artık her ziyarette önce okulu sonra da dergiyi soruyordu. İlk özel sayımızı Sezai Karakoç için yapmıştık. O kadar yetersiz ve başarısız bir sayı hazırlamışız ki, uzun zaman keşke yapmasaydık diye düşündüm. Hayatın hatalarla aktığını ve acemiliğin böyle atıldığını fark ettikten sonra iyi ki yapmışız diyebildim.
İlk gençliğimde gönül yarama, sonra da zihnime ve ufkuma deva olmuştu. Yıllar geçtikçe söylediği şeyleri tekrar tekrar düşündüm. Onunla kurduğum duygusal bağın düşüncelerimi olumsuz etkilememesi için özen göstermeye çalıştım. Söylediği şeylere bir de uzaktan bakmayı denedim. Hakkında yazılanlara daha büyük bir ilgiyle bakmaya başladım. 20’li yaşlara yeni girdiğimde, koca koca insanların onu hiç anlamadığını fark etmeye başlamıştım. O derinlik sahibi bir entelektüeldi, paradigmaların ötesinden bakmayı başarıyordu. Sloganlarla, sansürlerle ve kesip biçilerek anlaşılamazdı elbette.
Onun bir kenarda sakince durması sık sık suistimal edildi. Tayyip Bey’in seçim çalışmalarında çok geç kalınmış bir tuhaf izinle kendisinin şiirini okumasının ardından iyice artmıştı bu durum. İktidarın politikalarına açıkça itiraz ediyor, muhalif tutumunu koruyordu. AK Parti ise ne yazık ki her fırsatta Sezai Karakoç’u partinin bir üyesi gibi sunuyordu. 2019 yılında İstanbul’da yapılan yerel seçimlerde Yüce Diriliş Partisi’nin aday çıkarması bile can sıkıcı birçok diyaloğa neden olmuştu.
Sezai Karakoç, yenilenen seçimlerden iki gün önce bir bildiri yayınlamıştı. “Çeşmeler Ağlıyor, Gözyaşısız” başlıklı yazısında İstanbul’un kimliğini kaybedişini çeşmelerin akmayışı üzerinden anlatıyordu. Seçimi kazanan Ekrem İmamoğlu, 3. Ahmet Çeşmesinin yeniden suya kavuşmasını Sezai Karakoç dizeleriyle duyurmuştu.
Sezai Karakoç’un Batı medeniyetine yönelik eleştirileri de son yıllarda tekrar konuşulmaya başlanmıştı. Özellikle Masal şiiri bayraklaştırılmış ve Batı karşıtları için müthiş bir söylem gücü olarak kullanılmıştı. Türkiye’nin çok hızlı bir şekilde Doğu’ya savrulduğu bu günlerde şiirin bu şekilde kullanılması da elbette hoş değildi. Doç. Dr. Ahmet Koçak’ın “Sezai Karakoç’un Fikrî Yazılarında Doğu ve Batı Medeniyeti Tasavvuru” başlıklı makalesi bu konuda çok önemli bilgiler ve değerlendirmeler sunuyordu oysa.
Bugün Türkiye’de Batı karşıtlığı, Türkiye’nin otoriter Doğu rejimlerine benzemesini hayal edenler için bulunmaz bir nimet. Karakoç’un söyledikleri de sık sık bu bağlamda kullanılıyor. Oysa Sezai Karakoç, Batı’ya kökten bir düşmanlık içinde değildi. Bugün dünyanın hakim medeniyeti olan Batı’nın yanlış referanslarla yanlış sonuçlara ulaştığını düşünüyordu ve çözümü Doğu’da aramıyordu. Merkeze konumlandırdığı İslâm’ın yeni bir medeniyet ufku ile insanlığa daha adil bir yaşam sunması için çalışmak gerektiğini vurguluyordu.
Sinemadan eğitime, felsefeden müziğe kadar hemen hemen her konuda, eser ürettiği yılların çok daha ötesinde bir vizyonla çözümler önermişti. Çok okumuş, çok çalışmış ve çok üretmişti. Kimsenin hakkına girmeden, bu dünyanın daha iyi bir yer olması için elinden geleni yapmıştı. Ben ondan razıydım. Allah da razı olsun. Mekanı cennet olsun.
Benim hayatımda büyük etkisi olan, hikayemin dönüm noktalarına çiçekler bırakan üç isimden biriydi. Onunla aynı yoldan yürümeye gayret eden Asım Gültekin ve Mevlana İdris’i de kaybettik tek tek. Şimdi üç gülü azalmış bu ıssız bahçede onların kokusuyla avunuyorum hala. Onlara da rahmet dilemek isterim bu vesileyle.
Gül kokularına boğulsunlar, güzellere komşu olsunlar.
***
Bu cumartesi (19.11.2022) saat 18.00’de Üsküdar Abbara Kahve’de Entelektüel Tavır programımızın ikincisinde Mustafa Özel hocamızı ağırlayacağız. Müsait olanları bekleriz.