Minyatür deyip geçmeyiniz
Dublin’deki Chester Beatty Library’de, bu kütüphaneye nasıl ve ne zaman intikal ettiğini bilmediğimiz bir albümde harika bir kahvehane minyatürü vardır. Kahve ve kahvehaneler hakkında yazan her araştırmacının mutlaka söz ettiği bu minyatürde, muhtemelen, 16. yüzyılda Tahtakale’de açılan kahvehanelerden biri tasvir edilmektedir.
Vak’anüvis Peçevî İbrahim Efendi, İstanbul’da ilk kahvehanenin açılış tarihi olarak 1554’ü verir. Bu tarih, Halepli Hakem ve Şamlı Şems adlarında iki Arap kahvecinin İstanbul’a gelip Tahtakale’de kahvehane açtıkları tarihtir. Şems’in daha önce geldiği ve ayrı ayrı kahvehaneler açtıklarına dair kayıtlar da bulunuyor. Bu yeni mekânlar çok geçmeden keyiflerine düşkün okuryazar takımının uğrak yeri hâline gelir. Kimi kitaplarla meşgul olmakta, kimi tavla, mangala veya satranç oynamakta, şairler de birbirine yeni yazdıkları gazelleri okumakta, kısacası “iki akçe” kahve parası vererek hoşça vakit geçirmektedirler. Azledilmiş kadılar ve müderrislerle açıkta kalmış devlet adamlarının çok rağbet ettikleri kahvehanelere zamanla mevki ve makam sahipleri de gelip gitmeye başlayınca oturacak yer bulunamaz olur.
Chester Beatty’deki minyatür, o tarihte yeni açılan kahvehanelerin bütün bu fonksiyonlarını bir arada gösteriyor olması bakımından son derece önemli bir belgedir. Ralph S. Hattox ve Ulla Heise’in kahvehanelerin toplumda nasıl bir ihtiyacı karşıladığı sorusuna cevap veren bir belge olarak okudukları bu minyatürden çok daha fazla bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu Cem Behar’dan öğrendik. Altta, sol taraftaki müzisyenlere odaklanan Cem Bey’in “Tarz-ı Osmanî” musikinin nasıl oluştuğuna dair yepyeni bir tez geliştirdiğini söylersem şaşırmayınız.
Bu teze geçmeden önce, “Tarz-ı Osmanî” minyatür sanatının şaşılacak ölçüde gerçekçi olduğunu, minyatürlerden hareketle Osmanlı hayat tarzı, mekânlar, kılık kıyafet, günlük eşya vb. hakkında son derece sağlam bilgiler edinilebileceğini hatırlatmak isterim.
* * *
Rahmetli Süheyl Ünver, “Herkesin bir mesleği, bir de meşgalesi olmalıdır; o meşgale bütün kültürümüzdür” derdi. “Cem Behar seçkin bir ekonomisttir, meşgalesi ise kültürümüz” diyemiyorum, çünkü kültürümüzün özellikle musiki bahsi onun hayatında bir meşgale olmanın çok ötesine geçmiş, asıl mesleğini de aşan bir ihtisasa dönüşmüştür. Türk musikisi üzerine yazdığı kitapların sayısı yanlış saymadıysam on’dan fazla; hepsi ciddi araştırmaların ürünü olan ve yeni yaklaşımlar getiren kitaplar... Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan son kitabı da öyle. İsminde Ahmet Kutsi Tecer’in meşhur çocuk şiirine ironik bir atıfta bulunuluyor: Orada Bir Musiki Var Uzakta. (Ocak 2020). Kitabın alt başlığı ise şöyle: “XVI. Yüzyıl İstanbul’unda Osmanlı/Türk Musıki Geleneğinin Oluşumu”.
Türk musikisinin oluşumu meselesine aynı zamanda bir ekonomist ve şehir tarihi üzerinde yoğunlaşmış bir sosyal tarihçi olarak geniş bir perspektiften bakan Cem Behar, İmparatorluk başkentinde, yani İstanbul’da “tarz-ı Osmanî” musikinin oluşmasında yeni siyasî, sosyal ve ekonomik şartların rolünü irdeliyor. Hareket noktası ise kitabın kapağında yer alan ve yirmi beş sayfalık altıncı bölümde enine boyuna analiz edilen söz konusu minyatür... Bu, öyle sanıyorum ki tek bir minyatür hakkında bugüne kadar yazılmış en kapsamlı analizdir.
* * *
Cem Behar’ın yeni kitabında savunulan tez kısaca şöyle özetlenebilir: Osmanlı hanedanının tevarüs ettiği ve İstanbul’a taşınan Saray ve seçkin kesim musikisi, Herat, Tebriz ve Bağdat gibi şehirlerde Timurlu, İlhanlı ve Selçuklu saraylarında icra edilen musiki idi. Saray ve ekâbir tarafından himaye edilen bu musiki profesyonel sanatkârlar tarafından icra ediliyor, sözlü eserlerde de ağırlıklı olarak Farsça kullanılıyordu. Esasen Doğu’ya yapılan seferlerden dönüşlerde İstanbul’a çok sayıda musikişinas getirilmiş, bazı musikişinaslar ise hususi olarak davet edilmişti. Ne var ki bu Farisi musiki İstanbul’da talep yaratamadığı için uzun süre tutunamadı. Çünkü 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İstanbul’a akan kırsal kesimin musikisi kahvehanelerde icra edilerek popülerlik kazanmaya başlamıştı. Seçkinler tarafından “avamî” bulunsa da bu musikinin İstanbul’da dönüştürücü bir rol oynadığı, sözlü eserlerde ise Farsçanın yerini Türkçenin almaya başladığı güfte mecmualarından da anlaşılmaktadır. Cem Behar diyor ki:
“On altıncı yüzyılda ‘avam’ın İstanbul’da musıki üretim ve icrasına yoğun bir biçimde katılmasıyla bu musiki damarı ile ‘seçkin’ damar arasındaki örtüşme ve geçişkenlikler (ki bunların çok sayıda örneğine her devirde rastlanıyor) devamlılık kazanmış ve Osmanlı/Türk musıkisinin esas niteliklerini belirler hale gelmiştir (...) Şehre göçen ‘çevre’ musiki kültürü burada karşılaştığı ‘merkez’ musiki kültüründen bazı teknik öğeler (makam, usul vb.) alıp onları kendi dil, güfte, üslûp ve çalgılarıyla bir araya getirip mezcetmiştir. Burada hiç değilse sürecin ilk başlarında ‘kemiyet keyfiyete galebe çalar’. Yani musiki kültürünün içinden geçmekte olduğu eksen değiştirme sürecinde bir süre niceliğin niteliğin önüne geçmesi olağan karşılanmalıdır.”
Bugün Klasik Türk Musikisi dediğimiz “Tarz-ı Osmanî” musiki böyle teşekkül etmiştir. Şiir ve resmimizin de benzer süreçlerden geçtiği rahatlıkla söylenebilir.
* * *
Cem Behar’ın 250 küsur sayfalık kitabında anlattıklarını ve tezini dayandırdığı bütün argümanları bir tanıtma yazısında özetlemek elbette mümkün değil. Kısaca diyebilirim ki, Cem Behar, Hüseyin Sadettin Arel’in yarım asır önce sorduğu “Türk Musikisi Kimindir?” sorusuna çok kapsamlı ve ayağı yere basan bir cevap vermiştir. İlk olarak Ziya Gökalp tarafından ortaya atılan, Cumhuriyet devrinde de musiki inkılâbını yapanların tepe tepe kullandıkları iddialar Cem Behar’ın bu kitabıyla tarihin çöp sepetine atılmıştır.