Karanlık ve aydınlık
Geçen gecelerden birinde, Salacak sahilinden tarihî yarımadayı kim bilir kaçıncı defa doya seyrettim. Siz ne dersiniz, bilmiyorum; İstanbul, geceleri daha güzel; gecenin karanlığı bütün çirkinlikleri örtüyor ve şehri bir masal ülkesine dönüştürerek şiire kapılar aralıyor.
Modern aydınlatma araçları ne kadar güçlü olursa olsun, gecenin saltanatı tartışılamaz. Geceler, dolayısıyla karanlık olmasaydı ışığın değeri anlaşılabilir miydi?
Işık her devirde doğruyu, hakikati, gerçeği, iyiyi ve güzeli temsil etmiştir; bütün mukaddes kitaplarda karanlıklardan aydınlığa (zulmetten nura) çıkış mecazıyla hakikate erişme süreci dile getirilir. Bu mecaz üzerine felsefî sistemler bile kurulmuştur: Eflatun’un felsefesini özetleyen ünlü mağara istiaresini hatırlayınız. İnsanları bir mağarada güneşe arkalarını dönmüş esirlere benzeten Eflatun, duvara akseden gölgeleri gerçek zanneden esirlerin geriye dönüp bakmaları halinde, önce gözleri kamaşsa da ışığa alışınca gerçeği bütün açıklığıyla göreceklerini söyler.
İslâm felsefe tarihinde Şahabeddin Sühreverdi tarafından kurulan İşrakîlik de bir “ışık” felsefesidir. İşrak güneşin doğması, yani hakikat ışığının doğrudan doğruya açılması mânâsına gelir. Aslına bakılırsa bütün felsefeler, doktrinler, ideolojiler vb. kendilerini dünyayı aydınlatacak ışıklar olarak takdim ettiler. Bu açıdan bakıldığında, birinin ışığı diğerinin karanlığına dönüşebiliyor. Nâzım Hikmet’in “Güneşi İçenlerin Türküsü”ndeki güneş, milyonları karanlığa boğan komünizmdi.
* * *
Sadece dinler ve felsefeler mi? Bütün dünya edebiyatında ışık gerçeği, karanlık ise bâtılı, kötülüğü, gizli kapaklılığı, yeraltını temsil eder. Şiir kitaplarını gelişigüzel karıştırınız, ışık ve karanlıkla ilgili bir yığın imaj ve tasavvur bulacaksınız. Hiçbir şair mutlak karanlığa methiye söylememiştir. Mehmed Âkif “Âlemde ziya kalmasa halk etmelisin halk!” der. Tevfik Fikret, oğlu Halûk’u “Bize bol bol ziya kucakla getir” diyerek Avrupa’ya göndermiştir.
Mecazlarda ifadesini bulan karanlıkla gerçek karanlığı birbirinden ayırmak gerekir. Mutlak karanlık hayatın yokluğu anlamına gelir. Asıl mânâsında karanlık aydınlığın öteki yüzüdür ve bakmasını bilenler, karanlıkta da eşsiz güzellikler, parıltılar, ışıltılar görebilirler. Akşam saatlerine ve geceye tutkun bir şair olan Ahmet Haşim yıldızların karanlık suda yer yer çakan parıltısına hayrandı:
Suda yıldızların parıltısıdır
Bu karanlıkta bazı bazı çakan
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Karanlıkların Tadı” başlıklı yazısında aydınlığı ve vuzuhu herkes gibi sevdiğini, ancak gölgesini aydınlıkta bile yanında gezdiren insanoğlunun yarı tarafının karanlık ve esrarengiz bir gayrışuur olduğunu söyler. Sözünü ettiği, “hayatı bir çırpıda ilga eden” mutlak karanlık değil, “muhitimizi birdenbire sanki kesif su tabakaları arasından sızan aydınlıkta yekpareliğe bulanmış bir denizi altına çeviren şüpheli bir karanlık, hatta daha iyisi, ışığı âdeta dışarıdan idare edilen bir karanlıktır.”
Bu cümlelerinde adeta Haşim’in yukarıdaki mısralarını tefsir eden Tanpınar, daha sonra karanlık geceye şu nefis methiyeyi söyler:
“Yumuşak ve munis gece, büyük ve engin karanlık, seni ne kadar methetsem azdır. Sen tehlikenin ve vehmin annesi olduğun kadar, tesellinin, hülyanın ve şiirin de cömert kaynağısın. Senin her şeyi silen, çizgileri ilga eden ve şekilleri yumuşatan eteklerin hayatımıza yayılınca ne mucizeler, neler olmaz ki... Sen büyük ve mukadderata hâkim ellerinle aydınlığın meş’alesini zamanın hudutlarına çarparak söndürünce her imkânsız rüya tahakkuk eder, ölüler dirilir, eşya bir vahdete mal olur ve insanlar hakiki hüviyetlerini bularak kendi kendileri olurlar.”
* * *
Şiirin, aşkın, hayallerin ve rüyaların yurdu olan gecelerin karanlığı, gündüzün aydınlığı kadar hayatın kendisidir. Evet, karanlık olmasaydı ışığın değerini bilemezdik. Refik Halid, “Geceye Kaside”sinde, “Senin üzerine ışıktan tohum atılır, şuleden başaklar, şuadan ağaçlar yetişir. Boşluklarda ziya hasat ederiz. Gözlerimizin nimeti, ruhumuzun gıdası da sen olursun,” dedikten sonra şöyle devam eder: “Seni görmeseydik yıldızlar hakkında fikrimiz olabilir miydi? Yıldızlar ki tarhlarının papatyalarıdır, ay ki bahçende yüzen bir nur havuzudur, şimşekler ki sahralarının taşmasıyla kuruması bir olan icazkâr selleridir ve bunların hepsi de ışık ve hararetten yapılmış, ele avuca sığmaz, havsalaya girmez esrarengiz süsler, sihirlerdir. Işığı yaşatan sensin. Seni bilmeseydik, ateşin sıcağını duyardık, fakat şiirini nereden anlayacaktık?”
Uzayıp giden bu kasideyi okuduktan sonra “Neler gördü bu şeb bîdâr olanlar” diyen şairin ne demek istediğini anlamak daha kolaydır.
* * *
Geçen perşembe gecesi Regaib gecesiydi. Bu mübarek geceyi uçaklardan attıkları bombalarla matem gecesine çeviren ve mazlumları korumaktan başka amaçları olmayan gencecik askerlerimizi hayattan koparan alçakları şiddetle lanetliyor, aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, acılı ailelerine ve milletimize sabır ve başsağlığı diliyorum.