Firâk-ı Irak
Pazar günkü yazımda Süleyman Nazif’ten söz ederken, son günlerde gündemimize yeniden bütün ağırlığıyla yerleşen Irak meselesi dolayısıyla onun Firâk-ı Irak adlı eserini hatırladım.
Nazif, iyi bir şair, üslûpçu bir yazar, gür sesli bir hatip ve nüktedan bir devlet adamıydı. “Kara Bir Gün” başlıklı yazısıyla işgalcilere karşı sesini ilk yükselten o oldu ve “Piyer Loti Hitabesi”yle Millî Mücadele ruhunu ateşledi. Irak elimizden çıkınca en samimi gözyaşlarını o dökmüştü. Basra, Musul ve Bağdat’ta valilik de yapmış bir şair ve yazar olan Nazif’in gözyaşları, bu küçük, fakat dopdolu kitabında akmaya devam ediyor.
***
Firâk-ı Irak, Nazif’in annesine hitaben yazdığı kısa bir yazıyla başlar. “Senden çok bedbaht oğlun” diye imzaladığı bu yazıyı “Keşke ben yalnız senin öksüzün olsaydım ve yalnız senin öksüzün olarak kırk sene evvel ölseydim de böyle yetim-i vatan ve yetim-i tarih kalmasaydım!” diye noktalayan Nazif, “Eyvah” isimli kıt’asında, İslam’ın değerleri tahrif edildiği için peygamberimizin temiz ruhunun göklerde gözyaşı döktüğünü ve İmam-ı Azam’ın ictihat ufuklarında (yani Bağdat’ta) ezanla çanın savaştığını söylüyor. 16 Mayıs 1917 tarihini taşıyan “Hüseyn-i Mazlûm’a” isimli kıt’asında ise peygamberimizin “iki gözünün ışığı” Hüseyin’in şehit edilerek mübarek başının gövdesinden ayrıldığını söyledikten sonra diyor ki: “Bugün de -İslâm’ın kötü talihine bak ki- senin meşhedini düşmana verip beni vatandan ayırdı.”
***
Firâk-ı Irak, Nazif’in Bağdat’ı ve bütün Irak’ı kaybettiğimiz için Dicle’yle dertleştiği “Dicle ve Ben” isimli uzun şiiriyle devam ediyor. Kaybedilen kutsal bir vatan parçasının ardından gözyaşı dökmüş herkesin duygularına tercüman olan bu şiirde, o çok yıldızlı ve ihtişamlı gecelerini düşünerek özlediği Dicle’ye “Bu dünyada sensiz kalacaksak öteki dünyada cenneti istemeyiz!” diye hitap eden Nazif’in şiirinden birkaç kıtayı sadeleştirerek sunuyorum:
“O senin darmadağın ufkunda hıçkıran, ruhumuzdur ey Bağdat! Aynı kucağa sığınarak birlikte, geçen asırları yâd etmek istiyor. İhmalimiz yüzünden elimizde dört yüz yıl boyunca gizli bir yara gibi kanadın. Biz senin de kıymetini bilmedik; millî derdimizin budur sebebi! (…) Dicle, Bağdat’a ninniler söyle, o senin henüz memedeki çocuğundur. Bunu tarihe sor, unuttunsa! O ki sonsuza dek övüneceğin yurdundur (…) Çöllerinde yüz bin genç yatıyor: Bağdat’a kurban oldular hepsi. Onların sıcak kanı acaba can yakıcı bir af vesilesi olmaz mı?”
***
“Yâr-ı Nâim” (Uyuyan Sevgili) isimli şiirinde de kaybettiğimiz Bağdat için gözyaşı döken Süleyman Nazif, bu şiirinin ilk kıtalarında şöyle diyor (nesre çevirerek naklediyorum):
“Nedir çehrende o an be an kararan? Beni gördüğün o rüya korkuttu! O karanlık, ölümlü uykundan, söyle Bağdat, hala uyanmadın mı? Ufuk ağardı, güneş doğmak üzere; belki her yer yine çiçek bahçesine döner, belki bu güzellikleri tadarken, akşam alevlenen elem de söner. Eminim bu mateme benzeyen ayrılık geçecek, yine cennet şehir olacaksın! Eminim, ah, fakat dost ve düşman önünde, ey Bağdat, hurmalıklarını emel ve duygularının düşmanına çiğnetip durma!”
Nazif, aynı şiirin son iki kıt’asında da Kanuni Sultan Süleyman’a şöyle sesleniyor:
“Ey Fuzulî’nin kasidesinde övdüğü seçkin fatih, bu acı veren ayrılık devri geçici mi, sen söyle ey büyük sultan, yoksa ebedî mi bu facia? Mazimiz utanç içinde yüzünü örtmüş; geleceğimiz ise korkusundan gizleniyor!”
***
Süleyman Nazif, “Ey Fuzulî, bugün belaların sığınağı olan türben, eminim, bizsiz kederler içinde ağlıyor. Biz ayrılık derdine düşmüş öyle zavallılarız ki, evimiz ve mezarımız vatan da olsa garibiz, tarihin yetimiyiz” kıt’asıyla başlayan “Diyâr-ı Fuzulî” isimli şiirinde de büyük şair Fuzulî ile dertleşmiştir. “Fuzûlî-i Bağdadî’den Nef’î-i Erzurumî’ye” isimli bir sonraki şiir ise nazım-nesir karışımı bir metindir. Erzurum’un Ruslar tarafından işgali vesilesiyle, Bağdatlı Fuzulî’nin Erzurumlu Nef’î’ye anlattığı, ebedî âlemde şairlerin ruhları arasında cereyan eden bir muhavere şeklinde yazılmış bu uzun ve iç yakıcı metinden Pazar günü söz etmek istiyorum.
Firâk-ı Irak, kaybettiğimiz Basra için yazılmış ağıt niteliğinde iki kıt’anın ardından oğlunun Balkan Harbi’nde kaybetmiş bir baba olan Ahmet Rasim’e ithaf edilmiş “Şehidin Babası” isimli hikâye ile devam ediyor. Bu hikâyede, Birinci Dünya Harbi sırasında Irak cephesinde şehit olan oğlunun öldüğüne bir türlü inanmayan ve son anına kadar dönmesini bekleyen bir babanın dramı anlatılır.
***
Kaybedilen topraklar için yazılmış “Sübhâneke yâ Muhavvile’l-Ahvâl” başlıklı bir mensure ve Endülüs için yazılmış bir şiirle sona eren Firâk-ı Irak, şu günlerde okunması gereken bir kitapçıktır.
Bu vesileyle büyük vatanseveri rahmet ve minnetle anıyor ve 4 Ocak 2017 tarihinin merhumun 90. ölüm yıldönümü olduğunu ilgililere hatırlatıyorum.
Nurettin Albayrak da göçtü
Nurettin Albayrak, ömrünü halk edebiyatına adamış ve çok sayıda makaleye ve yirmi beş civarında kitaba imza atmış değerli bir kültür ve edebiyat adamıydı. Özellikle Ansiklopedik Halk Edebiyatı Sözlüğü (2004), Türkiye Türkçesinde Atasözleri (2009) ve Açıklamalı Yunus Emre Sözlüğü (2014) adlı eserleri çok önemlidir. Geçen Haziran ayında da Tanpınar’ın Türküsü adlı kitabı yayımlanmıştı. “Tanpınar’dan Anadolu’nun Yazılmamış Romanlarına” alt başlığını taşıyan bu kitapta, Tanpınar’ın halk musikisiyle ilişkisi derinliğine incelenip araştırılıyor. Kendisiyle bu kitap üzerinde çalıştığı sırada sık sık Tanpınar ve türküler hakkında konuşurduk. 29 Mayıs Üniversitesi’nde Orhan Okay hocamızla paylaştığı odada kitaplara gömülüp sürekli çalışırdı. Son zamanlarda rahatsız olduğundan söz ediliyordu, fakat hiç kimse hastalığının ciddiyetinden söz etmemişti. Geçen cumartesi günü telefonuma bir mesaj düştü: “Nurettin Albayrak vefat etti!” Ne kadar üzüldüğümü tahmin edemezsiniz. Ertesi gün toprağa verilen aziz dostuma Allah’tan rahmet, ailesine ve dostlarına başsağlığı diliyorum.