Çanakkale’den İstiklâl Marşı’na
Bugün 18 Mart, Çanakkale zaferinin yıldönümü.
Tarihin en inanılmaz savunma harbi bundan yüz üç yıl önce Çanakkale’de yapıldı. Hakikaten bu harp “çelik zırhlı duvar”la “iman dolu göğüs”ün çarpışmasıydı.
İtilaf devletleri bütün güçleriyle Çanakkale’ye yüklendikleri sırada Mehmed Âkif, görevli olarak Berlin’deydi. İngiliz ve Fransızların sömürgelerinden topladıkları Müslüman askerlerden esir alınanlar çeşitli kamplarda toplanmışlardı; farkında olmadan Osmanlı Devleti’ne karşı savaşan bu askerlere telkinde bulunması için Almanya’ya gönderilen Âkif, gelişmeleri oradan yüreği ağzında takip ediyordu. Zaferden emindi; çünkü eğer Çanakkale geçilirse her şey bitecekti. “Berlin Hâtıraları”nın sonundaki mısralar, aslında İstiklâl Marşı’nın müjdecisiydi:
Korkma!
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz:
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.
Âkif, Berlin’de zafer müjdesini alınca doya doya ağlamıştı. Bu gözyaşları, bir süre sonra, Çanakkale’de mucizeler yaratan Mehmetçik için ateşten mısralarla ördüğü ihtişamlı türbenin harcına karışacaktı. Yazık ki savaşın akışını ne Çanakkale zaferi, ne Teşkilât-ı Mahsûsa’nın çabaları değiştirebildi. Arkasında büyük acılar ve yıkıntılar bırakarak sona eren savaştan Osmanlı da yenik çıkmıştı. 30 Ekim 1918’de o utanç verici Mondros Mütarekesi imzalandı. Dün Çanakkale Bağazı’nda çakılıp kalan İtilaf devletleri donanması hiçbir engelle karşılaşmadan geldi, İstanbul Boğazı’nda demir atıp toplarını Dolmabahçe ve Yıldız saraylarına çevirdi.
Ümidini sonuna kadar koruyan Âkif’in bile derin bir karamsarlığa düştüğü bir dönemdi bu. “İnler Safahat’ımdaki hüsran bile sessiz” diyordu, ama kendini çabuk topladı; çünkü “âtîyi karanlık görerek azmi bırak”manın “alçak bir ölüm” olduğuna inanıyordu. Sebilürreşad’da yayımlanan yazılarından birindeki şu cümle, Anadolu’da başlayan kıyamın ve daha sonra bu kıyamın felsefesini dile getirecek olan İstiklâl Marşı’nın ruhunu vermektedir: “Türklerin yirmi beş asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları târihen müsbet bir hakikattir (...) Tarih de gösteriyor ki Türk istiklâlsiz yaşayamamıştır.”
İslamcı bir şairin değil, Türkçü bir yazarın kaleminden çıkmışa benzeyen ve “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım/ Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” mısralarında şiire dönüşen bu cümleler, Âkif’in duruşunu çok açık bir biçimde gösteriyordu. Millî Mücadele konusunda onun asla tereddütlü bir dönemi olmamış, dergisiyle, kalemiyle ve fiili olarak başından itibaren bu mücadelenin içinde yer almıştı.
***
Millî Mücadele’yi aslında Çanakkale’de uyanan ruh kazanmıştır ve bu ruh benzersiz ifadesini Âkif’in Âsım’ında, kendisini temsil eden Hocazade’ye Çanakkale’yi anlattırdığı bölümde bulmuştur. İstiklâl Marşı’nın bu bölümün imbikten geçirilmiş hâli olduğu söylenebilir. Aslında Âkif’in İstiklâl Marşı’ndaki benzersiz sesi haysiyet kırıcı bir yenilgiyle çıktığımız Balkan Harbi sırasında yazdığı Hakkın Sesleri’nde yer alan bazı şiirlerinde yakalamış, bu ses Berlin Hatıraları’nda ve Âsım’da kıvamını bulmuştu.
Çanakkale’yi anlamadan Millî Mücadele’yi, Âkif’in Çanakkale destanının anlamadan da İstiklâl Marşı’nı anlamak mümkün değildir. Ne demek istediğim, Erkân-ı Harbiye tarafından 1915 Temmuzunda Çanakkale cephesine davet edilen şairlerin yazdıkları şiirlerle 1921 yılında açılan millî marş yarışmasına gönderilen şiirler okunduğu takdirde daha iyi anlaşılacaktır.
Hiç şüphe yoktur ki, imparatorluğun çöküşüne ve beş yüz yıllık vatan topraklarının bir bir elden çıkışına en içten ağlayan da Âkif’ti, Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’nin ruhunu en iyi ifade eden de... Bu ruhu derinliğine hissetmek isteyenler, Çanakkale’deki muharebe alanlarını çocuklarıyla birlikte gezmelidirler. Orada yüreği titremeyen ve gözyaşı dökmeyen birinin bu topraklarla hiçbir bağı kalmamış demektir.
Derkenar
TÜRKÇÜLER VE İSTİKLÂL MARŞI
Mehmed Âkif, millî marş yarışmasına hiç şüphesiz “Ödüle gözünü dikti!” gibi dedikodulardan çekindiği ve böyle bir yarışmanın ödüllü olmasına kabul edemediği için katılmamıştı. O tarihte Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi’nin ricası üzerine, ödülü almamak kaydıyla katıldığı ve İstiklâl Marşı’nı “millî marş” olarak yazdığı kesindir. Adı üstünde, İstiklâl Marşı…
Hamdullah Suphi gibi, Türk Ocakları’nın önderliğini yapmış bir Türk milliyetçisinin Mehmet Âkif gibi yakın zamanlara kadar İslâm birliğini savunmuş bir şairden millî marş yazmasını istemesi, kurucu kadronun yüksek kalitesine işaret ettiği gibi nasıl bir Türkiye arzuladığını da gösteren son derece anlamlı bir jestti. Yeni Türkiye hep birlikte inşa edilecekti. İstiklâl Marşı’nın önemli mesajlarından biri de budur.
Türkçüler, değiştirilmeye teşebbüs edildiği dönemlerde hep İstiklâl Marşı’nın arkasında durmuşlardır. Nihal Atsız’ın İstiklâl Marşı hakkında neler düşündüğünü başka bir yazımda anlatmıştım. Kardeşi Nejdet Sançar’ın “İstiklâl Marşı Niçin Değiştirilemez?” başlıklı yazısına Millî Yol dergisinin 2 Şubat 1962 tarihli 2. sayısında rastladım. 27 Mayıs darbesinin hemen ardından İstiklâl Marşı’nın değiştirmek gerektiği konusunda yazılıp çizilmeye başlanması üzerine kaleme alınan bu yazıda kısa bir bölümü aziz okuyucularımla paylaşmak istiyorum:
“İstiklâl Marşı, Anadolu’da Yunan ordusunun varlığında Batı sömürgeciliğine karşı yaptığımız büyük İstiklâl Savaşı’nın en büyük ve en canlı hâtıralarından birisidir. Gönlünde vatan duygusu bulunan bir Türk düşünülemez ki İstiklâl Marşı’nı her okuyuşta ve her söyleyişte, o büyük hâtıra ile dolup taşmasın. Bu bakımdan bu marş, yalnız bir millî marş değil, Türk istiklâlinin de en sağlam manevî silâhlarından biridir. Çünkü onu her söyleyişte sadece İstiklâl Savaşı destanımızı hatırlamakla kalmıyor, aynı zamanda ruhlarımıza Türk istiklâlinin manevi bir şırıngasını da yapıyoruz. İstiklâl Marşı’mızı değiştirmek, bizi hem o büyük destandan, hem de istiklâl fikrimizin en devamlı ve yaşatıcı tenbih gücünden yoksun bırakacaktır.
İstiklâl Marşı’mız bir edebî anıttır. Bu anıt, İstiklâl Savaşımızın destanî havasıyla Âkif’in büyük vatan heyecanının ve şairlik gücünün birbirine karışmasıyla meydana gelmiştir. Bugün böyle bir anıt daha dikebilmek mümkün değildir. Çünkü böyle bir anıtın ortaya konması için ne İstiklâl Sa vaşımızın destanî havası vardır, ne de Âkif gibi bir dev şair...”