Karda kelebeğe ev sahipliği yapmak
İkibin yılının Haziran’ında. Haziranın da ilk günleri. Güneş göğün ortasında. Hava açık mı açık. Tenimizde soğuğu hissetmesek gözler yaz diyecek. Vezinköy’e yaz geliyor, sevincini konuşurken karı tepemizde gördük.
Okuldayım. Pencereden dışarıyı gözlüyorum. Gölün buzları erimiş. Kazlar gölün kıyısında çırpma denemeleri yapıyor. Çocuklar kazların çırpmalarına gülüyor. Kazlarda bu hallerine gülüyor. Önümüzdeki kış, pilav sofralarına ziyafet alacak kazlar bunlar. Kars’ta; düğün, bayram cenazede “her gün” yemeğinin yanındaki bulgur pilavına ya kaz ya kuzu eti eşlik eder.
Güneş yükseldikçe gün aydınlanıyor.
İnsanlardaki hareketlilik işlerin yolunda gitmediğine işaret. Sudan dönen ağır hantal ineklerin adımlarını hızlandırıyor sahipleri. Yaz çayılarını düşleyen atlarda ürküntü. Köpekler, rüyalarında hala kurt kovalıyor. Kadınların gövdeleri sarı peştemallara gömülmüş. Erkeklerin kasketlerinin boynu bükük. Adımlarında telaş.
Devlet dersinde bildiğimiz hazirana tezat betimlemeler.
“Sibirya’da kitap okumuş birini görmek ne güzel.” diyen Tolstoy’un “Diriliş” romanında tasvir ettiği Sibirya ile uyumlu.
Çocukların sınıftaki sıcak solukları; sobadan yükselen tezek ve kömür kokusuna karışıyor. Sınıfın havası iyice ısındı. Dar çerçeveli pencereden soğuk içeri girmeye yer bulamıyor.
Kapının arkasına asılı montlardan şıplayan damlalar, betonda birleşip düşük meyilli zemine doğru yılan yavrusu inceliğinde kıvrılıyor.
Kalem açmayı alışkanlık haline getiren üç çocuk çöp kutusunun başında fısıl fısıl. Fiko bunların başını çekiyor. Fiko’nun sandalye gördüğü yok. Fiko ya kapı arkasında kalem açar ya sınıfta sırada kaybettiği bir şey arar ya da dirsekleri masaya dayalı ayakta ders dinler.
Gün boyu dışarda oynamaktan ev yüzü görmeyen köy çocuklarını sandalyede oturtmak zor. Devlet hukukunda kanun ceza yazmasa birçoğu okulun yüzüne bakmayacak.
Son dersin teneffüs zili çalıyor. Yaşları on iki on üç civarında olan çocuklar Türkiye’nin yüksek platosunda koşuşturmaya dışarı kaçıyorlar. Tenleri soğuğa alışkın. Bana mısın demiyor.
Sobanın başında ben ve Hatice kalıyoruz. Hatice teneffüslerde dışarı çıkmaz. Sobanın sıcaklığına sokulan bana eşlik eder. Damlalara, sobaya, sıralara, girip çıkan çocuklara, hayale, kapı aralığından üşüşen rüzgarın uğultusuna, tavana, pencereye bakmama eşlik eder.
İki hafta sonra buradan ayrılacaksınız, diyor bana. Hatice’ye bakıp evet anlamında gülümsüyorum.
Son dersin giriş ziliyle çocuklar içeri doluştu.
Ömer Seyfettin’in kasvetli hikayesini atlıyorum. Bahara uygun bir hikaye okutuyorum onlara.
Leyleklerin, dere çağıltılarının, gelinciklerin dere ağızlarına düştüğü bir hikaye.
Türkiye’nin platolarında dört mevsimin ismi olur kendisi olmaz. Mevsim köşesi olmasa çocuklar dört mevsimin adını da bilmeyecek. Yazdan kışa, kıştan yaza. Baharlar kışın işgali altında. Kış, kuzey ülkelerine yayılan Ruslar gibi işgalci.
Cama tekrar yöneliyorum. Kar taneleri serpiştirmeye başlamış. Kış haziranı da işgal etti ya! Pes doğrusu, diyorum. Zilin zırıltısıyla çocuklar dışarı fırlıyor. Kar çocukların sevinci. Çocukluk her şeyi kısa sürede oyuna dönüştürüyor. Çocuk olmak, çocuk kalmak mümkün olsa kaçımız büyümek ister?
Dıları adım atar atmaz kar havası iliklerime yapışıyor. Kar ve rüzgar bir olmuş haziranda at koşturuyor. Ev okul arası yürüme beş dakika. Kar kovalıyor ben koşuyorum.
Sağlık ocağı camından selamlayan arkadaşlara selam veremeden lojmanın kapısında soluğu alıyorum. Zemheri. Karlar başa yağdı, yaz kışa çevrildi Leyla Leyla.
Lojman kapısına anahtarı yerleştirdim. Anahtarı sağa çevirip kapıyı açmaya varmadan kocaman bir kelebek. Kapının eşiğinden avuçlarıma doluyor. Ürküyorum. Ürküntüm şefkat ile birleşiyor. Kelebekle içeri atıyorum kendimi. İçerisi ılık. Kelebeği elektrikli sobanın karşısındaki pencereye bırakıyorum.
Kelebek titriyor. Hem üşümüş hem ürkmüş. Bıraktığım yere yapışıp kalıyor. Korkan kuşları andırıyor. Kuşlarda korkunca uzun süre titreyerek bulundukları yerden kımıldamazlar. Kelebeği gözlüyorum; siyah kelebeğin kanat uçları kırmızı. Kafası gövdesine göre kocaman. Derim derin soluk alıyor. Yerinden ayrılmayacağı hissi içime yerleştikten sonra öğlen yemeği hazırlıklarına koyuluyorum.
Sağlık ocağı çalışanları kapıdan içeri dalıyor. Mutfaktan “hoş geldiniz” dememi duymadan pencerenin önündeki kelebeğin başına üşüşüyorlar. On beş dakika içinde sofra hazır: çeçil peyniri, zeytin, yumurta, bal, tereyağı … ve dumanı üstünde çaylar.
Doktor ve hemşire hanım kelebekten alıkoyamıyorlar kendilerini. Dokunmamızda dahi hareketsizliğini koruyor. Kelebeklerin göğü renklendirip kıpır kıpırlarına alışkınız. Sığınmacının hareketsizliğine şaşkınız. Bir yandan da kelebekler hakkında bilimselliğimizi (!) konuşturuyoruz. Konuğumun yarasına merhem olacak bir bilgimizin olmadığı kanaatine varıyoruz.
Çeçili lavaş ekmeğin arasına yerleştirip zeytin çay eşliğinde Sibirya soğuğuna dayanma gücü için bedenimizi beslerken kelebeği neyle beslememiz gerektiğini konuşuyoruz.
Kelebekler çiçek tozuyla beslenir, diyor doktor. Burada çiçek mi var, diye ekliyor hemşire. Şehirde çiçek tozu bulamaz mıyız, diyorum.
Zaman daralıyor. Öğlen mesaisi bitti. Sağlık çalışanları geldikleri hızda sağlık ocağına kaçıyor.
Sofrayı kaldırırken kelebeği düşünüyorum. Kelebeği sobayla yalnız bırakamam. Okula da götüremem. Masada kibrit kutusu gözüme ilişiyor. Kutuyu boşaltıp kelebeği içine yerleştiriyorum. Kelebek kutuya yerleşince kutuyu kapattım.
Kelebek birkaç gün kibrit kutusunda kaldı. Kibrit kutusu yağlandı. Soğukların geçmesini bekledim. Bir hafta sonra güneş sıcak yüzünü iyice gösterince kibrit kutusunu alıp dışarı çıkım. İyice yağlanmış kutuyu açtım. Kelebeği güneşe doğru tuttum. Üç beş saniye sonra göğün benekli kanadı kelebeğim güneşe doğru havalandı. Arkasından hakkımı helal ettiğimi söyledim. O da arkasını dönüp “helal olsun” dedi.
Bana da heybemde beklettiğim bu hatırayı yıllar sonra heybemden çıkartıp yazmak kaldı.