Avrupa Birliği Genişleme Komisyonu'nun eski üyesi Günter Verheugen, AB'nin Türkiye ile ilişkileri üzerine bir yazı kaleme aldı. Verheugen, Merkel'in tutumunun Türkiye'yi AB'den uzaklaştırdığını dile getirirken, radikalizm tehdidinden korunmak için AB'nin Türkiye'ye mutlaka ihtiyacı olduğunu belirtti.
Verheugen'in Alman Frankfurter Rundschau gazetesinde kaleme aldığı yazı şu şekilde:
AB ile Türkiye arasındaki sonu gelmez, daha doğrusu sonsuz hayal kırıklığı yaratan ilişkilerin tarihinde şu sıralar yeni bir yön değişikliği vuku buluyor.
Türkiye'nin yıllarca aşağılanmasının ardından Brüksel ve Berlin'deki sorumluların kafasına dank ediyor: Göçle başa çıkmak, Türkiye olmadan başarılamaz. Türkiye'ye, bu ülkenin bize olduğundan daha çok ihtiyacımız var.
İş gücüne ihtiyaç duyulduğunda işbirliği yapıldı
Türkiye'nin Batılı ittifak yapılarına kalıcı ve sağlam bir şekilde demirlenmesi, uzun bir süre stratejik mecburiyetti. Türkiye ile bu yüzden daha 60'lı yılların başında ortaklık anlaşması yapıldı ve bu, dönemin Komisyon Başkanı Walter Hallstein'ın (CDU/Hristiyan Demokrat Birliği) Ankara'da yanlış anlaşılmaya fırsat bırakmayacak bir açıklıkla tespit ettiği üzere, Türkiye'nin gelecekte Avrupa Ekonomik Topluluğuna (AET) üyeliği göz önünde bulundurularak yapılmıştı. Federal Almanya Cumhuriyeti için o dönemde ekonomik bir gerekçe mevzubahisti: Türk iş gücüne acilen ihtiyaç duyuluyordu. Almanya, onları vizesiz ülkeye aldı. Bunun neticesinde Almanya'da büyük bir Türk toplumu oluştu ve bu, Avrupa'nın Türkiye politikasındaki iniş çıkışların mütemadiyen iç siyasi bileşenleri oldu.
Belirleyici kıstaslar coğrafya veya din değil
AB ancak 1999 yılında Türkleri üye adayı olarak kabul etmeye karar verebildi. O dönemde şu aşikârdı: AB, bir Hristiyan kulübü değil, Avrupalı devletlerin kulübüydü. Ayrıca belirleyici kıstas, coğrafi konum veya din değil değerler, demokrasi, hukuk devleti ilkeleri ve insan hakları yükümlülüğüydü. 1999'da tüm katılımcılar, Avrupa açısından Türkiye'nin stratejik öneminin daha da arttığının tamamen bilincindeydi.
Türkiye, Avrupa için bir koruma duvarı ve IŞİD'in doğal karşıtı
Türkiye'nin Avrupa için bir koruma duvarı oluşturduğunu görmek için haritaya bir bakış atmak yeterliydi. Ülkenin parçalanması ve köktendincileşmesi durumunda, tehlike ocağı Yakın Doğu doğrudan sınırlarımızda olacaktı. O zamanlar sorumlular, demokrasi ve İslam'ın birbirine tezat olmak zorunda olmadığına da umut bağlamışlardı. Gerçekten de günümüz dünyasında değerlerimizi paylaşan Müslüman halka sahip bir ülkeyle yakın ilişkilerimiz olduğu için mutlu olmamız gerekir. Türkiye, İslam Devletinin doğal karşıtıdır ve bizim, çağdaşlaşma veya Avrupalılaşma yolunda Türkiye'ye güvenilir bir şekilde refakat etmeye güçlü bir şekilde ilgi duymamız gerekir. Lakin AB, uzun yıllar boyunca tam da bunu yapmadı. Bundan Angela Merkel yönetimindeki Federal Almanya Cumhuriyeti ile müttefiki Fransa sorumludur.
Reform hızının azalmasının nedeni Merkel'in tutumu
Türkiye'deki reform hızının azalması, Avrupa devletler birliğinden gelen sinyallerin çelişkili olmaya başlaması ve Türkiye'nin tam üyelik hedefinden Merkel'in fiilen vazgeçmesiyle başladı. Türkiye'nin, Erdoğan hükûmetinin ilk yıllarında, Doğu ve Orta Avrupalı AB üye adaylarının gerisinde kalmayan bir reform dinamiği geliştirdiğini herkesin hatırlamasında fayda vardır.
Türkiye, Avrupa içinde en büyük büyüme potansiyeline sahip
Lakin AB anlaşmalarına uyulacak diyen aynı Federal Şansölye tarafından, CDU Genel Başkanı olarak Türkiye'nin farklı bir kültür çevresine ait olduğu ve AB'ye uymadığının ifade edildiği bir Alman tutumu karşısında Türk hükûmeti ne yapabilirdi ki? Üstelik İslam da tıpkı Hristiyanlık ve Musevilik gibi Almanya ve Avrupa'ya ait olmasına rağmen. Üyelik karşıtlarının bütün gerekçeleri kriz bölgesi Yakın Doğu'daki son gelişmeler ışığında bir karton ev gibi çöktü. Hâlihazırda 2,5 milyon mülteciyi göğüsleyen Türkiye, genç bir nüfusa ve Avrupa içinde en büyük büyüme potansiyeline sahip.
AB, belirsizlikleri bertaraf etmeli
En azından şimdi, mültecileri bizden uzak tutması açısından ihtiyaç duyulduğu için Türkiye'ye, yarım yamalak teklifler sunuluyor. Şansölye'nin Türkiye'deki tek kişilik hamlesi, iç siyasette koparılan zorunlu patırtıdan bağımsız olarak Merkel'in (ve AB'nin tamamının) nasıl bir Türkiye stratejisi olduğu sorusunu gündeme getiriyor. Doğrusu, bütün belirsizliklerin bertaraf edilmesi olur: Yani Türkiye'nin üyeliğe layık olduğundan kuşku duyulmadığının beyan edilmesi, gerekli reformlar için bir takvim ve önlem planı hazırlanması ve AB'deki kamuoyunun kaçınılmaz gelişmeye hazırlanması. Türkiye üzerinde etkili olmak isteyen, bunu, temkinli bir isteksiz oyuncu olarak değil sadece güvenilir bir ortak olarak yapabilir.
Türkler AB'ye dahil olacaklarına inanmazlarsa reformlar ilerlemez
Türklerin çoğunluğu, hâlâ AB'ye dâhil olmak istiyor ancak AB üyeliğinin gerçek olacağına inanmıyor. Hâl böyleyken reformlara neden katlanılsın ki? Reformların hepsi AB üyeliği için zorunlu olmasa da AB için ciddi bir hazırlık, her şeyi esaslı bir şekilde değiştirir. Zira Türkiye'de daha yapılması gereken çok iş olduğu şüphe götürmüyor.
Avrupalılar olarak dünya politikası açısından önem taşıyan tek başına çözebileceğimiz yahut çözmek zorunda olduğumuz ödevlerin sayısı çok değil. Bunlardan biri Post-Sovyet coğrafyası, ki kendi politikamızı uygulama cesaretimiz olmadığı için şu sıralar orada nüfuzumuzu sıfırlamak üzereyiz. Diğer ödev ise Türkiye ile ilgili. "Taviz" olarak sattığımız küçük hediyelerin bir faydası olmayacak. Günümüzde siyasi cesaret ve stratejik ileri görüşlülük aranıyor.