Türkiye ve Rusya ilişkilerinin karakteri son yıllarda hızla değişimler gösteriyor. Uçak kirizi ile zirveye çıkan gerilimin hemen ardından ortak tatbikata uzanan sıcak ilişkilerin çizdiği görüntüyü, riskleri ve avantajları Rusya uzmanı Kerim Has analiz ediyor.
Türkiye-Rusya münasebetlerinde riskli günlerin geride kaldığı, daha riskli günlerin virajına girildiği bir süreçteyiz… Barış Pınarı Harekatı’yla Ankara’daki iktidarın iç siyasette elde ettiği kısa vadeli kazanımlar, ilerleyen dönemde Türkiye’nin Suriye sahasında karşılaşabileceği zorluklarla iç içe…
Riskler bağlamında bakıldığında, her şeyden önce Rusya’nın artık Kürt sorunundan terör ve radikal cihatçı grupların oluşturduğu tehditlere kadar NATO üyesi Türkiye’nin kendi iç ve güvenlik meselelerinde konum ve pozisyonu en kritik ve belirleyici aktörlerden biri olarak baş gösterdiğini kabul etmek gerekiyor. Yine, iktidarın bütün bileşenleriyle içeride ve dışarıda kendine yönelik hissettiği varoluşsal tehditlerde Moskova artık sadece bir alternatif güzergâh değil, sığınılacak liman olma özelliği de kazanıyor. Fırsatlar açısından ise Rusların “niyetlerin kapasiteyle örtüşmediği anlarda niyetler yanlıştır” ilkesini çağrıştıracak şekilde, ancak gerçeklerle yüzleşildiği takdirde açılabilecek kapılardan bahsetmek mümkün. Şu günlerde elle tutulur böyle bir fırsat da bir tek, Ankara’nın bir an önce Şam ile ilişkilerinde yeni bir sayfa açmasıyla olası gözüküyor.
En hareketli fay hattı: Kürt meselesi
Suriye’ye girerken Rusya’nın hedefleri arasında yer almayan, bölgenin çözüm bekleyen kronik Kürt sorunu, şimdilerde bu hedeflerine ulaşabilmesinin önündeki en ciddi engellerden birine dönüşme arifesinde. Kürt sorununa yapıcı ve yaratıcı çareler geliştirmesi, sadece Moskova’nın Suriye’de istikrarı sağlayabilmesi noktasında değil, Türkiye’yle ilişkilerinin esir alınmaması için de artık bir ön şart.
Buradan bahisle, ABD’nin askeri varlığını azaltmaya gittiği Suriye’de -aynı çıkarlara sahip olmasalar da- halihazırda hegemon güç olarak beliren Rusya’nın gerek Barış Pınarı Harekatı öncesi gerekse de başladıktan sonra Washington ile bir çeşit tandem ilişki içine girdiği gerçeği yadsınmamalı. Yoksa BM’deki ortak tutumlarıyla harekata birlikte yol vermelerinden Kürtleri Şam’a yaklaştıran iradeye, oradan Menbiç, Kobani, Rakka vs. bölgelerden çıkan ABD askerlerinin yerine eş zamanlı Rus askerleri ve Esad rejim güçlerinin girmesi gibi hususların tamamen bir tesadüf olduğunu ileri sürmek gerekir ki bu, işin “fıtratına” aykırı olur.
Zaten geçen ay beş gün arayla, Ankara’daki Erdoğan-Pence görüşmesinden çıkan 13 maddelik ateşkes metni ile Soçi’de varılan 10 maddelik Putin-Erdoğan mutabakatının en bariz ortak noktalarından birincisi, Türk ordusunun Fırat’ın doğusunda Tel Abyad-Ras Al Ayn hattının ötesine geçişinin Washington-Moskova ikilisiyle önlenmesi idi. Bir diğeri ise ABD ile Rusya’nın birbirinden bağımsız ama neredeyse eş güdümlü şekilde YPG üzerinden Ankara’yı “çifte baskı” altına almaları oldu. Barış Pınarı Harekatı ile birlikte ABD Başkanı Trump’ın tweet, mektup, telefon teatisi ve “General” hitabıyla taltifine mazhar olan YPG lideri “Mazlum Kobani” ilk defa Moskova tarafından da bu kadar doğrudan, göstere göstere ve üst düzey hüsnü kabul gördü. Rusların savunma bakanı ve genelkurmay başkanı düzeyinde Suriye Kürtleri parantezi içinde değerlendirdikleri YPG’yle muhatap olma durumlarına dair verdikleri son fotoğraf, Ankara için “dışı seni yakar, içi beni” cinsinden dikkate şayan kareler arasında şimdiden yerini aldı.
Bütün bu tablo, Suriye sahasında askeri varlığını azaltma yolunu seçen Amerikan yönetiminin pek tabii “ateşteki kestaneleri” Moskova’ya aldırmak istemesiyle de yakından ilintili duruyor. Neticede YPG’yle girdiği ortaklığın günün sonunda ABD’ye, gerçekliği-sanallığı bir yana, bölgede geniş çaplı bir Kürt otonomisi ve müttefik bir siyasi entite kazandırmayacağı anlaşılmış olsa gerek ki, Washington, alanı kontrollü bir şekilde büyük ölçüde Moskova’ya ve dolayısıyla rejime bırakma yolunu tercih etti. Halihazırda Trump yönetiminin Suriye’de bir kısım petrol ve doğalgaz tesislerini kendi tekeline alma girişiminde bulunmasının Rusya’yla süregelen pazarlıklarda elindeki manivelayı bir süre daha tutma isteğinden öte bu tabloyu değiştirmesi zor. Ancak Suriye’nin kendisine yetebilecek ölçüdeki petrol ve gazın bir süre daha ABD kontrolünde kalacak olması daha ziyade “göz, mideden büyüktür” özdeyişini hatırlatıyor. ABD’nin “hafta içleri çekilme, hafta sonları dönme” şeklinde özetlenebilecek “medcezir” Suriye politikasının varacağı yer bölgede daha fazla yıkımdan başkası değil.
Rusya’nın ise “kültürel özerklik” şeklinde formüle edip en somut haliyle 2017 Ocak ayındaki ilk Astana zirvesinde taraflara sunduğu Suriye anayasası taslağındaki Kürt olgusuna bakışında bir değişiklik emaresinin görünmediğini vurgulamak lazım. Hatırlanırsa, birçok yeniliğin yer aldığı 85 maddelik anayasa taslağında, devletin resmi dili olarak Arapça korunurken Suriye Arap Cumhuriyeti adından “Arap” takısı çıkarılmış, “Kürt Kültürel Özerkliğindeki” devlet organları ve kurumlarında ise Arapça ile Kürtçenin eşdeğer kullanımı önerilmişti. Taslakta yasama organı için seçimle göreve gelen milletvekillerinin oluşturduğu Halk Meclisi ve idari birimlerin temsilcilerinin yer aldığı Bölgeler Meclisi adıyla iki kanattan teşekkül bir tasarımdan bahsediliyordu. Yine aynı taslakta, devlet okullarında bütün Suriye vatandaşlarının anadillerinde eğitim haklarının garanti altına alındığı belirtilmişti. Yerel referandumla onaylandığı takdirde, Suriye’de her bölgenin yasalara uygun şekilde resmi dile ek olarak o bölge nüfusunun çoğunluğunun dilini kullanma hakkına sahip olduğunun da altı çizilmişti.
Şimdilerde Moskova’nın YPG’yi Suriye ordusu bünyesine katma arayışının sadece bir “tesadüf” mü yoksa bir “stratejik öngörü” mü olduğu bilinmez, ama yine aynı taslakta, Suriye’nin kendi savunmasını ve güvenliğini sağlayabilmek amacıyla silahlı kuvvetlerin yanı sıra başka silahlı yapılar kurabileceği de kayıt altına alınmıştı. “Astana’nın son meyvesi” Suriye anayasa komitesinin Cenevre’de çalışmaya başladığı şu sıralarda Rusya’nın fazla öne çıkarmadığı Kürt meselesini ABD kanalındaki son pürüzleri giderdikten sonra Şam ile varılacak bir uzlaşmayla çözmeye çalıştığı sır değil. Son haftalarda Moskova’daki Suriye politikası mahfillerinde ülkedeki Kürtler, Dürziler, Yezidiler başta olmak üzere etnik, mezhebi ve dini çeşitliliği yansıtacak şekilde “yeni Suriye’de” 17 bölgenin oluşturulmasına yönelik bazı planların sıklıkla tartışılıyor olması da bu hazırlığı teyit eder mahiyette. Ankara’nın bu tartışmalarda sessizliğini koruyor olması ise ya bu süreci onayladığı ya da Moskova’yla ilişkilerinde olası bir krizi şimdilik ertelemek istediği anlamına gelebilir. Ancak her halükârda anayasa komitesindeki güç dağılımı ve Suriye’nin yeni anayasa yazımını Rusya’nın en geç 2020 ortalarına kadar bitirmek istediği dikkate alındığında, Ankara’nın bu gerçekle yüzleşmesinin fazla zaman alacağını söylemek yanlış olur.
Moskova’nın Suriye Kürtlerine dair bu yaklaşımının, halihazırda Türkiye’deki Kürtlerin mevcut hakları göz önüne alındığında ise oldukça “lüks” sayılabileceğini söylemekte bir beis yok. İronik ve tuhaf gözükse de Rusya’nın Suriye’ye Türkiye’dekinden daha fazla “demokrasi bahşetmeyi” istediği dahi iddia edilebilir. Pek tabii bu durum, Rus dış politikasının realist ve pragmatik yapısından kaynaklanıyor. Ancak şurası da açık ki, dış politikasındaki bu temel prensiplerde değişime gitmediği takdirde Moskova’nın, Barış Pınarı Harekatı’yla bölgede şu sıralar son derece hareketlenen Kürt sorununda günün sonunda ya Ankara’yı yeni bir Kürt açılımına ikna etmesi ya da yeni ve çetin bir ikilem içinde kalıp Ankara’yla külahları değişmesi gerekecek.
Risk haritasında en koyu kırmızı alan
Yeni koşullar altında yıllardır Suriye’ye ait gibi gözüken birçok sorunu büyük ölçüde artık Türkiye’nin sırtında taşıyacağını söylemek de kehanet olmasa gerek. Bunlar arasında, Türkiye-Rusya ilişkilerini rehin alma potansiyeline sahip ikinci risk sarmalını bölgedeki terör ve radikal cihatçı grupların geleceği oluşturuyor. Şam’a doğrudan tehdit olmaktan çıkan Suriye’deki envai çeşit terör örgütü ve radikal cihatçı grup halihazırda ya Türkiye’nin burnunun dibindeki İdlib’de ya da Türk ordusunun kontrolü altındaki Afrin-Azez-Cerablus ile Tel Abyad-Ras Al Ayn hatlarına sıkışmış durumda.
Bu çerçevede, Erdoğan ile Putin’in son Soçi zirvesi sırasında Esad’ın özgüvenini yeniden kazanmış bir edayla İdlib’de boy göstermesi rastlantı olmadığı gibi “dokuz canlı” IŞİD lideri el-Bağdadi’nin Amerikan özel kuvvetleri tarafından son olarak Türkiye sınırına hepi topu 5 km ötedeki yine İdlib’e bağlı Barişa köyünde öldürülmesi de kimseye pek şaşırtıcı gelmedi. İlerleyen saatlerde, IŞİD sözcüsü el-Muhacir’in de yine bizzat Türkiye’nin kontrolündeki Cerablus’ta etkisiz hale getirilmesini de bu resme eklemek gerekir. Hedefleri itibariyle Ankara’dan habersiz gerçekleşen bu operasyonlar, Türkiye-ABD ilişkilerinde gelinen güven(sizlik) seviyesini göstermesi açısından ibretamiz.
Söz konusu bu durumun Rusya’nın da radarından kaçmadığını belirtmek lazım. İdlib için Eylül 2018’de Ankara’nın ısrarıyla varılan bir başka Soçi mutabakatı bölgede Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) terör örgütünün alan hakimiyeti kurmasına yaradığı gibi belli ki IŞİD’in de “korunaklı yuvalar” bulmasına yol açmış. Rus üslerine coğrafi yakınlığının ötesinde bir çeşit “yeni nesil el-Kaide emirliğine” dönüşen İdlib’in bu koşullarda Kremlin’in son raddesini test eden “sabır taşını” çatlatması ve 2020 yılının bütün yapraklarını çeviremeden tarihteki yerini alması hiç şaşırtıcı olmaz.
İdlib’e yönelik bir operasyonun negatif etkilerinin Türkiye sınırları içine sıçraması ise Rusya için de kâbus senaryoları arasında. Duvara rağmen “betonun geçişkenliği” bir yana, halihazırda Reyhanlı gibi sınır hattında yer alan birçok yerleşim yerinin birkaç saat içinde HTŞ ve IŞİD türevi terör ve radikal cihatçı gruplar tarafından ele geçirilme tehlikesi Moskova’nın da hiç yabana atmayıp şu sıralar üzerine kafa yorduğu olası riskler arasında. Barişa’dan Akkuyu 450 km, İncirlik ise bunun yarısı uzaklıkta iken ne Rusya’nın ne de ABD’nin İdlib’e kayıtsız kalması beklenmemeli.
İdlib’e operasyonun kapsamını genişletmek için gün sayan Moskova, diğer yandan, bölgede “Made in Turkey” etiketli ve içinde Rusların deyimiyle “eski teröristlerin” bulunduğu Suriye Milli Ordusu (SMO) bileşenlerinden de en az HTŞ kadar rahatsız. Ankara’nın Suriye’de Türk askerine “yoldaş” yaptığı, yaşayanına MİT aracılığıyla maaş bağlayıp ölenine “şehit” dediği SMO unsurlarının birçoğu, en hafif ifadeyle, Moskova’nın “sakıncalı militanlar” listesinde. Örneğin, şu an SMO bünyesindeki gruplardan Ahrar el Şam ve Sukur eş Şam gibi bazıları daha birkaç ay önce bizzat Ankara’daki Rus büyükelçinin fotoğraflarını basınla paylaşarak HTŞ ile işbirliği yaptıkları yönünde doğrudan mimlediği örgütler arasında yer almıştı. Yine SMO çatısı altındaki Ceyş en Nasr ve Ceyş el İslam da sırasıyla Şubat ve Mart 2018 tarihlerinde Suriye’de Rus Su-25 ve An-26 uçaklarının düşürülmesi olaylarında Moskova’nın “en olağan zanlı” addedip üzerine çarpı işareti koyduğu “mahzurlu” gruplardan.
Barış Pınarı Harekatı sonlanmasına rağmen başıbozuk gruplar halinde SMO’nun son günlerde Suriye ordusuyla çatışması tehlikesinin belirmesi, yer yer de bölgedeki arda kalan Amerikan askerlerine saldırılar düzenlediği yönünde haberlerin çıkması da yine Ankara’yı Washington-Moskova çatalına alabilecek bir durum. Pek tabii bunun haricinde, SMO’nun uluslararası mahkemelerde insanlık ve savaş suçu sayılabilecek Suriye sahasında karıştığı bazı olayların faturasının da ileride Türkiye’nin karşısına çıkma ihtimali hiç göz ardı edilmemeli. Neresinden bakılırsa bakılsın, bahsi geçen bu terör ve radikal cihatçı gruplar, her geçen gün Suriye’deki riskleri mıknatıs gibi üzerine çeken Türkiye’nin yeni güney komşusu ve bölgenin “dumanı üstünde” hegemon gücü Rusya ile ilişkilerinde çözülmesi en karmaşık ama bununla beraber en kırılgan başlık olmayı sürdürüyor.
"Siyasi deprem” riski
Şurası bir gerçek ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sıralar içeride siyasi gücünü kısmen de olsa konsolide etmesinden Moskova gayet memnun. Bölgesinde Türkiye’nin Batı karşıtlığında “bayraktar” rolü oynamasından S-400’lere, Türk Akımı’yla “bir taşla on kuş” misali kazanımlardan Rus denizaltı geçişleri için Montrö’nün esnetilmesine, Mersin’de liman imtiyazından kırmızısından beyazına Rus eti ve tahıl ürünlerinin Türk pazarında elde ettiği yeni avantajlara kadar Rusya’nın bölgedeki çıkarları açısından “altın yumurtlayan tavuk” mesabesindeki Ankara’daki mevcut iktidar, Kremlin için paha biçilemez. Bu durumun kısa vadede Türkiye’de siyasi havanın değişimi yönünde Kremlin’e pek alternatif sunmadığı da açık.
Öte yandan, askeri operasyonlarla da belli etkileşime sahip, Türkiye’deki “bir açık, bir kapalı” iç siyasi havanın ve “kuvvetli sağanak yağışlı” ekonomik koşulların iktidarı içeride İslamcı ve milliyetçi politikanın tonunu artırmaya zorladığı, dışarıda ise “yüksek adrenalin” alımını sürekli kılacak şekilde “pedal çevirmeye” ittiği çok net. Bu tarz bir siyasetin en tehlikeli yanını ise hem Türkiye’nin hem de bölgenin istikrarını öngörülemeyen sonuçlarla test etme riski oluşturuyor.
Şu an için Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD ile anlaşmazlıklarda elini yükseltme aracı olarak Rusya alternatifini nasıl sıklıkla masaya sürüyorsa, benzer şekilde Moskova da başta Washington olmak üzere Batı’dan uzaklaşan ve gittikçe daha da yalnızlaşıp içerideki sorunları artan Ankara’nın zayıflığını kullanarak Türkiye-Rusya ilişkilerindeki asimetriyi kendi lehine büyütüp Batılı ittifaklar içindeki çatlağı derinleştirme gayretinde. Ancak Türkiye’nin gerek iç siyasi dinamikleri gerek dışarıdaki izolasyonu gerekse de iktisadi gerilemesi nedeniyle bu durumun fazla süremeyeceği belli. Daha İspanya ekonomisinin büyüklüğüne erişemeyen Rusya’nın Türk ekonomisi için sadra şifa reçete sunamayacağı da açık. Dolayısıyla Türkiye’de ileride olası bir siyasi deprem riski tamamen göz ardı edilerek, başta S-400 rüzgarıyla askeri alanda olmak üzere Rusya’yla girilen yeni işbirliklerinin taraflara ilişkilerinde istikrarlı ve sağlıklı bir gelecek vaat ettiğini söylemek hiç de kolay değil.
Bölgesel politikalarda Rusya’ya bağımlılığı artmasına rağmen iktidarın iç siyasi kaygıları nedeniyle Ankara’yı Moskova nezdinde daha öngörülemez bir aktöre dönüştüren söz konusu bu asimetrik model, yine fazladan kopardıklarıyla Moskova’yı hassas iç politik ve ekonomik dengeleri dolayısıyla Türkiye için tahammülü gittikçe zorlaşan bir hegemonik güç konumuna sokuyor. Halbuki ilişkilerde bağımlılık, iç siyasi gerekçelerle değil de artısı-eksisi masaya yatırılıp uzun vadeli stratejik bir planlama sonucunda hayata geçirilirse ancak öngörülebilirlik ile doğru orantılı neticeler verebilir; aksi takdirde, terslikler kaçınılmaz olduğu gibi yıkıcı etki de oluşturabilir.
“Fırsatlar geçicidir”
Türkiye-Rusya ilişkilerinde kapı eşiğindeki risklerin yanında pek tabii kapıyı çalan fırsatlar da var… Şu sıralar bunlar arasında tek kayda değer ve en mühim olanı, son Soçi mutabakatında da üzerinde mutabık kalınan, Moskova aracılığıyla Ankara ile Şam arasında 1998 tarihli Adana mutabakatının bir an önce aktif hale getirilmesi hususu. Suriye’yle ilişkilerin rayına girmesinin Türkiye’ye gerek mülteci sorununu suhuletle çözmesi gerekse bölgedeki savaşın sonlanması adına önemli getiriler sağlayacağı tartışmasız. PKK’yla kuvvetli bağları nedeniyle Ankara’nın terör sınıfına aldığı YPG’nin Türkiye’ye karşı oluşturduğu potansiyel güvenlik tehdidini minimuma indirmede birebir olduğu gibi Türkiye’nin bölgedeki terör ve radikal cihatçı gruplardan kaynaklı riskleri azaltması adına da Adana mutabakatı artık bir sine qua non. Zira Ankara, Şam ile ilişkilerini normalleşme yoluna koymadığı her geçen gün, Türkiye’nin Suriye’den ithal ettiği terör ve radikal cihatçı tehdidi ile uluslararasılaştırdığı Kürt sorunuyla beraber kendi “toprak bütünlüğünün” tartışmaya açılacağı bir dönem de artık iyice kapıda belirmeye başlamış durumda…
Öte yandan, Ankara’nın Şam’daki Esad yönetimiyle yeniden nasıl ve ne zaman bir “reset” düğmesine basabileceği tartışıladursun, Moskova için de ciddi fırsatlar sunabilecek bu tarz olası bir gelişmenin neredeyse tek başına siyaset psikolojisi başlığı altında “şahısların” irade, itibar, haysiyet, hırs ve öfkeleriyle alakalı olduğu söylenebilir. Öyle ya, Cumhurbaşkanı Erdoğan daha düne kadar hakkında “katil, eli kanlı diktatör, terörist” diye nitelendirdiği Beşşar Esad’a bugün kendisi direkt telefon açsa veya bir temsilcisini gönderse, “aldatıldık!” mottosuyla da bütün sorumluluğu “haber değeri taşımayan (!)” yeni kurulacak alternatif parti lider(ler)inin ve(ya) üç beş general ile istihbaratçının üzerine yıksa, iktidarın bütün bileşenleri dahil, kim kime ne der veya diyebilir ki?.. Kim bilir, belki de şimdilerde kuzeyin soğuk başkentinde konu hakkındaki muhatabın kulağına bunun nasıl “fısıldanacağına” dair sihirli formüller geliştiriliyordur; zira bu “fırsatın” kaçması haddizatında ancak istendiği takdirde olabilecek cinsten…