Şangay Üniversitesi Küresel Yönetişim Araştırma Merkezi’nden Selim Han Yeniacun, Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana uzanan ABD kaynaklı misyonerlik faaliyetlerini mercek altına alıyor.
1820 yılında iki Amerikalı Protestan din adamı olan Pliny Fisk ve Levi Parsons’ın İzmir’e ayak basmasıyla başlayan Amerikan misyonerlik mücadelesi 200 yıl sonra bugün yine İzmir’de düğümlendi. Pastör Andrew Brunson’un Türkiye aleyhine yapmış olduğu faaliyetler ve terör propagandalarına iştirak etme gerekçesiyle tutuklanması Türkiye-ABD ilişkilerini koparan son nokta oldu. Peki Pastör gerçekten tek bahane mi? Hem evet hem hayır. Brunson hakkında verilecek olası bir tavizden sonra ABD’nin mevcut dış politikasının Türkiye aleyhtarlığı değişmeyeceği gibi (İran, İsrail ve Akdeniz Havzası) Brunson’un temsil ettiği agresif ve evanjelist protestan yayılmacılığı başlı başına Türkiye için bir tehdit. Bu yazıda o agresif yayılmacılık bir tekerrür filmi olarak projeksiyona yansıtılacak.
Günümüz Amerika Birleşik Devletleri politikalarında etkin bir unsur olan ‘Evanjelik’ kanadın ilk öncülerini oluşturan misyonerler; din ve insani yardım (filantropi) faaliyetleri üzerinden önce kamuoyu vicdanını sonra da ABD siyasetini 200 yıl içerisinde belirli oranlarda baskılamayı başarmışlardır. Bir çıkar grubu olarak Evanjelik kanadın etkin olması sürecinde benzer kiliselerin, yani bizim anlayışımızla benzer cemaatlerin, bir araya gelerek oluşturdukları çatı kurumlar ortaya çıkmıştır. Yabancı ülkelere gönderilen bu çatı kurumlara bağlı misyonerler sayesinde toplum vicdanına tesir etmeye, başta medya ardından da akademiyi dünyanın bilinmeyen kısmıyla tanıştırmaya ve nihayetinde de kendi dünya görüşleri doğrultusunda siyaseti etkilemeye çaba göstermişlerdir. Amerikalıları ve Amerikan siyasetini baskı altında tutmayı kendi uhrevi (!) hedefleri için devleti bir araç olarak kullanmayı ise koşul altında meşru kabul etmişlerdir.
Amerikalı misyonerler, ana hedeflerini “Kudüs ve çevresinde” sözde Hristiyanları (Ortadoks, Katolik, Süryani, Asuri, Kıpti vb.), Yahudileri ve Müslümanları Protestan Hristiyanlığın hükümlerine tabi kılmak olarak belirlemişlerdir. Vaad edilmiş toprakları “mesihçi” bir yaklaşımla yeniden dizayn etmek için çalışan bu misyoner örgütlenmeler 1820 yılı “American Board” çatısı altında Osmanlı coğrafyasının dört bir yanına dağılmaya başlamışlardır. Tabii ki; Kudüs ve çevresi tek başına yeterli bir coğrafya olarak görülmediği için “Küçük Asya” denilen Anadolu “Bible Land” yani İncil ülkesi olarak adlandırılarak Hristiyanlığın ilk yayıldığı bu yerlerde yeniden bir Protestan şeriatının hüküm sürmesi hedeflenmiştir. Osmanlı coğrafyasında yer alan Kudüs’ten başlayarak Çin’e kadar yayılan misyonerlik ağı bir yandan ABD’de kamuoyu oluşturarak diğer yandan da farklı coğrafyalarda kendini eğitim, tıp, mühendislik ve insani yardım alanında kamufle ederek devam etmişlerdir.
İsa’nın yeryüzüne inmesi gibi teolojik bir amaç güden cemiyetlerin politik araçlarla ABD ve misyon istasyonu kurulan ülkelerde yürüttükleri faaliyetlere Amerikan Protestan misyonerliğinin ana yol haritası denebilir.
200 yıl boyunca ortaya çıkan siyasal gelişmeler Amerikalı misyonerler için kullanılması elzem olan birincil misyonerlik araçları olmuştur. Balkan ayaklanmaları, Ermeni ayaklanmaları, Birinci Dünya Savaşı, Kudüs’ün önce İngilizler ardından İsrail tarafından işgali, Kudüs’ün ABD tarafından başkent olarak tanınması ve bu süreç içerisinde daha saymakla bitmeyecek pek çok olay Türkiye’ye gönderilen misyonerlerin burunlarını cüretkar şekilde soktukları olaylar olmuşlardır. Örneğin ABCFM çatısına bağlı olarak Presbiteryenler Suriye’de, Metodistler Balkanlarda, Birleşik Presbiteryenler Mısır’da, Reform Kilisesi Arap Kabileleri arasında ve Luteryenler da Kürtlere yönelik ciddi çalışmalar yürütmüşlerdir. Bu faaliyetler sadece ayrılıkçı akımları tetiklemekle kalmamış aynı zamanda hem Bulgar hem de Ermeni isyanlarını ABD-Türkiye arasında ciddi diplomatik krizlere çevirmişlerdir. Hatta ve hatta misyonerlerin Osmanlı’da yeterli hareket sahası bulamadıklarından dolayı meseleyi dönemin ABD Başkanı T. Roosevelt’e taşımaları ise misyonerlerin ABD-Türkiye ilişkilerini en üst perdeden baltaladıkları ilk temas olmuştur.
New York Ticaret Odası Başkanı Morris K. Jessup’dan tutalım da American Board Başkanı Samuel B Capan’a kadar dönemin önde gelen pek çok Amerikalı misyoneri, ABD Başkanı Theodore Roosevelt ile Osmanlı coğrafyasındaki misyonerlik faaliyetleri hakkında 1903 yılında geniş kapsamlı bir görüşme gerçekleşmiştir. Görüşmenin ana teması ise 1902 yılında Fransa, Almanya, Rusya ve İtalya’nın açmış olduğu yabancı okullara verilen ayrıcalıklar olmuştur. Amerikalı misyonerler bu ayrıcalıklardan kendilerinin de yararlanması gerektiğini ABD başkanına iletmişlerdir. 1819’dan itibaren Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında faaliyet gösteren 300’den fazla misyonerlik kurumu ve buna bağlı olarak yapılan milyon dolarlarca harcamanın önemi ise “Amerikan misyonerlerinin Osmanlı topraklarında sessizce gerçekleştirdikleri faaliyetleri bütün Avrupa’nın diplomatları bir araya gelse yapamazdı” tanımlamasıyla vurgulanmıştır. Misyonerlerin iki ülke arasında çıkardıkları krizler saymakla bitmez. Yukarıdaki örnek kadar önemli ama maalesef pek bilmediğimiz bir diğer olay ise Güneydoğu Anadolu’da başlayan Ermeni isyanları neticesinde ortaya çıkmıştır. Fırat Amerikan Koleji bünyesinde Ermeni isyancılara yardım ve yataklık edilmesi payitahtı ciddi tedbirler almaya yöneltmiş bu dönemde Amerikan misyonerlik faaliyetleri tamamen durdurulma yaptırımıyla karşı karşıya kalmıştır. Bunun üzerine çözümü ABD kamuoyuna baskı yapmakta bulan misyonerler ilk toplumsal kışkırtmalarını da bu olaylar neticesinde 2 Ekim 1895 tarihindeki Boston Protestan İttifakı’nın kuruluş deklarasyonu ile gerçekleştirmişlerdir. Amerikan kiliselerinde hızla yayılan propagandaların kaynağını oluşturan bu deklarasyonun maddeleri şu şekildedir: Ermenistan’da zorbalık yapan Osmanlı Devleti’ne karşı ABD yönetimi Avrupa ile birlikte bölgeye müdahale etmeye davet edilecek. Akdeniz’de “Amerika” ismine saygı duyulması için hükümetten Türk sularında yeterli bir donanma gücü bulundurması istenecek. Türk yetkililerin yıktığı ya da kapattığı yatırımlar için ABD hükümeti vasıtasıyla tazminat talep edilmesi sağlanacak. Avrupa Hristiyanların Osmanlı’ya karşı mücadelesine destek verilecek.
Bu cüretkar satırlar Evanjelizm ortak paydasında buluşan tüm Amerikan kiliselerinde hızla yayılarak karşılık bulmuştur. Bu bildirilerin yayınlanmasının hemen akabinde ise, Amerikan donanmasının Akdeniz görev gücündeki gemilerinden San Francisco, Marbleheed ve Mineapolis İskenderun ve Mersin limanları önünde savaş tatbikatı yapmıştır. Bu olay ise misyonerlerin neye yol açabilecek olduklarını öğrenmek için fazlasıyla yeterlidir.
Woodrow Wilson’un 4 Mart 1913’te ABD Başkanı olması misyonerlik faaliyetleri için bir başka dönüm noktasıdır. Wilson’un arkadaşı ve finansörlerinden Cleveland Dodge’un misyoner bir aileye mensup olması ise Evanjeliklerin yeni ABD Başkanı üzerindeki etkisini artırmıştır. Misyonerlerin savaş ve kaos ortamında kendi çıkarlarını maksimize edebileceği düşüncesi çeşitli kampanyalarla Amerikan kamuoyuna aktarılıp ABD’yi müdahaleci dış politika eksenine sokmuştur. “Missionary Herald” adlı misyonerlerinin en prestijli yıllığında yer alan, ABD’nin Osmanlı’ya saldırarak I. Dünya Savaşı’na dahil olmasını destekleyen makalelerden başkanın misyonerlerden müteşekkil “gizli kabine” kurmasına kadar pek çok strateji önerisi bu kapsamda değerlendirilebilir. American Board dış ilişkiler sekreteri ve Türkiye sorumlusu James L. Barton’un kendi deyimi ile Osmanlı’nın zayıf karnı olan İskenderun’dan yapılacak bir çıkartma ile ikiye bölünmesi ve İstanbul’un Amerika tarafından işgal edilmesi tavsiyesi ise Osmanlı karşıtı politika geliştirmede ABD hükümetine yol göstermiştir. 1917 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı kurulan ve tamamına yakını misyoner cemiyetlerinde çalışmış bin 500 kişilik Yakın Doğu Araştırma Komitesi misyonerlerin Osmanlı’ya ilişkin görüşlerini başkana iletebilecekleri bir fırsat olmuştur. Bu komitenin tavsiyeleri ile şekillenen ABD politikalarını Paris Barış Konferansında ve Wilson Prensipleri’nde de gözlemlemek mümkündür. Lozan görüşmelerinde hazır bulunan Amerikan misyoner heyetinden bahsedecek olursam sanırım sayfalar sürer bu yazı.
Uzun lafın birazcık kısası, Evanjelizmin yani İsa’nın tekrar yeryüzüne inmesi gibi teolojik bir amaç güden cemiyetlerin politik araçlarla ABD ve misyon istasyonu kurulan ülkelerde yürüttükleri faaliyetlere kabaca Amerikan Protestan misyonerliğinin ana yol haritası denebilir. Teo-politik bir bileşen olan bu uygulamalar ABD dış politikasına 200 yıldır adım adım sirayet etmiş mevcut başkan Trump’ın danışman ve kurmay kadrosunu da etkisi altına almıştır. İşte geçmişe bakarak Brunson olayını anlamlandırmamız bu yüzden önemlidir. Amaç, aracı ve yürütülen operasyon siyaseti ortadadır.