Bilhassa Suriye politikasındaki değişiklik sinyalleri sonrası dış politika endeksli tartışmalar alevlendi. Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Ramazan Gözen dış politikadaki mevcut durumu değerlendirdi.
RAMAZAN GÖZEN
Türk dış politikasında son 25 beş yılda çok büyük gelgitler oldu; dostluk ve düşmanlık, savaş ve barış uçlarında gidip gelen bir ifrat ve tefrit yelpazesi içinde keskin kırılmalar ve zikzaklar görüldü. Yelpazenin bir ucunda, 1990’larda etkin olan ve militarizm etkisinde oluşan ve uygulanan ‘etrafımız düşmanlarla çevrili’ politikası vardı. Bu politika başta Suriye, İran ve Yunanistan olmak üzere Azerbaycan ve Gürcistan dışındaki tüm komşularını kendine düşman ve tehdit olarak gördü. Bu politikanın dayandığı temel eksen NATO ittifakı, İsrail ile askeri ve istihbarat anlaşmaları idi. PKK terörüyle mücadeleye öncelik veren ama genelde Kürtlerin varlığını bile kabul etmeyen bu politika, zaman zaman ABD, NATO, AB, Rusya gibi büyük güçleri karşısına alacak kadar dünyayla da çatışma içine girmişti.
‘Etrafımız düşmanlarla çevrili’ politikası sadece ‘dış düşmanlar’ değil, aynı zamanda ülkenin kendi vatandaşlarını ‘iç düşmanlar’ olarak tanımlayacak kadar paranoyaktı. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” gibi hastalıklı içe kapanma algısı üzerinden dünyayı ve ülkenin büyük bir bölümünü tehdit olarak tanımlamıştı. Bu politika, sadece Kürtleri değil aynı zamanda ve hatta ondan daha tehlikeli gördüğü siyasal İslamcıları ve mütedeyyin tabanı da etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Bu amaçla uygulanan militarist güvenlik politikaları; insan hakları, demokrasi, ifade özgürlüğü gibi temel evrensel değerleri ihlal etmiş ve böylece Türkiye’yi evrensel ve küresel değerlerden uzaklaştırmıştı. Bu politika, Türkiye’yi darbeci ve militarist bir devlet konumuna getirerek ulusal çıkarlarına ciddi zarar vermişti.
AK Parti, son 50 yılın çözemediği iç ve dış politika sorunlarına el attı ve Kıbrıs sorunu başta olmak üzere Kafkaslar, Balkanlar, Orta Doğu ve hatta tüm dünyada barış ve işbirliği girişimleri yaptı.
Bu politikanın zirve yaptığı dönem, meşhur 28 Şubat süreci ve sonrasındaki yıllardır. 28 Şubat askeri darbesinin amacı, sanıldığının aksine sadece iç politikada siyasal İslam’ı ortadan kaldırmak değil, esasen Refah-Yol hükümetinin geliştirmeye çalıştığı dış politika adımlarına engel olmaktı. Dönemin Başbakanı Erbakan, D-8 projesi çerçevesinde Türkiye’nin İslam ülkeleriyle ekonomik ve ticari ilişkilerini güçlendirmek, İsrail ve ona yakın iç aktörlerin dış politikadaki etkisini bitirmek ve en önemlisi bunların Türkiye’nin Irak, İran ve diğer İslam ülkeleriyle ilişkilerindeki ipoteğini kaldırmak istiyordu. Erbakan’ın bu politikası, içerideki militarist yapı kadar Türk siyaseti ve dış politikasının yaklaşık 50-60 yıllık en temel dinamiği olan İsrail ve Amerika lobisini de rahatsız etmiş ve tepkisini çekmişti. Bu lobinin öncülerinden olan JINSA (Yahudi Ulusal Güvenlik Konuları Enstitüsü) ve çevresindeki uzmanlar, bu gidişattan memnun olmadıklarını ileri sürmüşlerdi. 28 Şubat sürecinde Erbakan hükümetinin düşmesinde öncü rol oynamış olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst düzey komutanlarından birinin, hem JINSA’dan ödül alması hem de İsrail ile askeri anlaşmalar imzalaması, bu bağlamada çok anlamlı ve sürpriz olmayan gelişmelerdi.
‘Etrafımız düşmanlarla çevrili’ politikası; Türkiye için tam bir felaketti, ülkeyi dünyaya yabancılaştırdı, tarihimiz, kültürümüz ve bölgesel ilişkilerimize tersti, çok maliyetliydi ve irrasyoneldi. Hatta Kemalizm ve ulusalcılık adına yapılan bu politika, orijinal Atatürk dış politikasına bile aykırı idi. Hiçbir aklıselimin kabul etmeyeceği bu dönem, AK Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte hızla sona erdirildi. Bunun ilk işaretleri, 1 Mart 2003 tezkeresi ve izleyen gelişmelerde görülmeye başladı. AK Parti hükümetinin ilk günden itibaren attığı diğer bir adım da hemen herkesi şaşırtan AB’ye tam üyelik yönündeki reformları ve barışçı açılımlarıydı. AK Parti, son 50 yılın çözemediği iç ve dış politika sorunlarına el attı ve özellikle Kıbrıs sorunu başta olmak üzere Kafkaslar, Balkanlar, Orta Doğu ve hatta tüm dünyada barış ve işbirliği girişimleri yaptı. Daha sonra ‘komşularla sıfır sorun’ şeklinde isimlendiren bu politikanın temel hedefi aslında ‘etrafımız düşmanlarla çevrili politikasını’ ters yüz etmekti. Türkiye’nin, İran’ın nükleer sorununu çözme, Suriye ile yakınlaşma, Ermenistan ile diyalog, Irak ve Suriye ile sınırları açma yönündeki bölgesel açılımları ve İsrail üzerinde artan baskısı, Türkiye ve bölge için çok radikal barışçı adımlardı. Ancak bu politika, bölgesel statükodan yana olan ulusal ve uluslararası aktörleri çok rahatsız etmiştir. Mavi Marmara olayı, dengeleri değiştirmeye çalışan Türk dış politika açılımlarına karşı olan İsrail’in tepkisinin ortaya çıkardığı bir çarpışma ya da kaza idi.
‘Komşularla sıfır sorun’ politikasının dengeleri değiştirme potansiyelinin göründüğü süreçte ortaya çıkan Arap Baharı, Türk dış politikasını başka bir yöne doğru itti. Bu kez Türkiye, sadece komşularında değil tüm Orta Doğu’da ‘düzen kurucu’ politika izlemeye başladı. Burada düzen kuruculuktan kasıt, özellikle Arap Baharı devrimlerinin gerçekleştiği ülkelerde yeni siyasi düzenlerin oluşmasına ‘model ülke’ olmaktı. Mısır, Libya ve Tunus gibi ‘sivil devrimlerin’ olduğu ülkelerle yakın siyasi, diplomatik, ekonomik, mali ve hatta ideolojik ilişkiler geliştirerek bu rejimlerin yeniden yapılanmasına Obama yönetimi ile birlikte lokomotiflik yapmaktı. Bu politikanın başarılı olma ihtimali ve imkânı yüksekti çünkü Türkiye’nin kendi ‘sessiz/sivil devrimi’ ile bölgedeki ‘sivil devrimler’ demokratikleşme bağlamında büyük benzerlikler içeriyordu.
Türkiye, ‘Düşmanlarımızı azaltacağız, dostlarımızı çoğaltacağız’ ilkesi ile yeni bir dış politika dönemine girmiştir. İsrail ve Rusya başta olmak üzere tüm ülkelerle yeniden yakınlaşmaya çalışılıyor.
Türkiye bu politikayı da hızlı bir şekilde tüketti ve Suriye olaylarıyla birlikte en yüksek ama çok riskli ve tehlikeli vitese geçti: Suriye’de askeri yoldan rejim değişikliğini savunan aktör haline geldi. Otomobilini zemini ve şartları uygun olmayan bir otoyolda en üst hızla sürat yaptıran şoför gibi hareket etti. Diktatörlüğünden hiç şüphe olmayan Beşar Esad’ın askeri yollardan devrilmesi politikası, gerekçeleri ve retoriği ne olursa olsun, hem AK Parti’nin kendi iç politika tecrübesine hem de 2011 öncesi Türkiye-Suriye yakınlaşmasına zıttı. Türkiye’nin, Esad’ın yaptıklarını onaylaması elbette doğru olmazdı ama çok keskin ve zıt yönde makas değiştirmenin anlaşılması ve başarılı olması pek mümkün değildi.
‘Yalnızlaşmasına’ kadar giden bir dizi sorunlar doğuran bu politikanın maliyetlerini fark eden Türkiye, en nihayetinde ‘Düşmanlarımızı azaltacağız, dostlarımızı çoğaltacağız’ ilkesi ile yeni bir dış politika dönemine girmiştir. Bu çerçevede, İsrail ve Rusya başta olmak üzere tüm ülkelerle yeniden yakınlaşmaya çalışıyor. Henüz söylem ve uygulama olarak başında olduğumuz bu politikanın niyet ve amaç olarak doğru bir açılım olduğuna hiç şüphe yoktur. Ancak, bu noktada doğal olarak bazı sorular ve sorunlar var: Öncelikle bu politika geçen 25 yılda uç noktalarda değişen dış politikalarla nasıl örtüşecektir? Ama daha önemlisi, yeni dış politikanın dayandığı bir felsefesi var mıdır ve hangi değer ve çıkar denklemine göre oluşmaktadır? Değişimin olumlu olduğu önyargısına dayanan bu politika, başta AK Parti’nin ama tüm ülkenin ideal ve ilkeleriyle ne kadar uyumludur? Son ama en önemsizi olmayan bir nokta ise, 1990’lardan 2010’lara Türk dış politikasının zıt yönde dost ve düşman olarak muhatabı olan İsrail ile yakınlaşmaya başlayan Yıldırım hükümeti, bunu özellikle kendi tabanına ve seçmenine basitçe ‘reelpolitika’ gerekçesiyle anlatabilecek mi? AK Parti’nin değer ve kimlik yüklü dış politika anlayışı, reelpolitikçi dış politikanın acı reçetelerinden ne yönde etkilenecek?
Yeni bir dış politika döneminin sağlıklı gelişebilmesi için; Türkiye’nin komşuları, müttefikleri, bölgesi ve dünyayla ilişkilerindeki yeni konumunu, eski dış politika mimarı Davutoğlu mirasının restorasyonunu ve IŞİD, PKK ve son olarak FETÖ terörüyle mücadele sürecinde oluşan küresel imajını yakından ilgilendiren bu soru ve sorunların dikkate alınması ve tartışılması gerekir.