Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ramazan Gözen, Katar krizinin doğurabileceği yeni dinamikleri ve olası bir Sünni-Şii ittifakını değerlendiriyor.
PROF. DR. RAMAZAN GÖZEN
2010 yılı sonunda Tunus’ta Yasemin Devrimi olarak başlayan, 2011’de Arap Baharı adıyla Mısır’a ve Libya’ya sıçrayan ve 2013’ten itibaren Suriye’de ve Mısır’da çöküşe geçen çalkantılı dönüşüm süreci, en nihayetinde Basra Körfezi’ni vurdu. Her ne kadar Körfez ülkeleri tüm bu süreçte zaten aktör olarak devrede idiyseler de, 5 Haziran 2017 tarihinde patlak veren Katar kriz nedeniyle bu sürecin nesneleri haline geldiler. Trump-Selman koalisyonunun KİK (Körfez İşbirliği Konseyi-Gulf Cooperation Council) gücünü kullanarak Katar’a karşı çok sert müeyyideler empoze etmesi, bölgenin bundan sonra çok farklı yönde evrileceğini göstermektedir. 5 Haziran sonrası Orta Doğu, Körfez bölgesi ve hatta İslam ve dünya politikası önceki gibi olmayacak. Katar krizinin öncü ve artçı şoklarıyla çok ama çok derin bir kriz olabileceğini, sadece Katar değil onunla bağlantısı olan tüm ülkelerin ama özellikle Türkiye gibi müttefiklerin de etkilenebileceğini öngörmek çok kolay.
Doğal olarak herkes şimdi bunun nereden çıktığını, asıl nedenin ne olduğunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle bu oyunun arkasında kimlerin bulunduğunu anlamaya çalışmakta. Bu amaçla basında ve diğer ortamlarda birbirinden çok farklı teorilerin, görüşlerin, iddiaların havada uçuştuğunu; ilgili-ilgisiz açıklamaların yapıldığını görüyoruz. Bazıları tarihçilik açısından yüzyıl öncesi sorunlara yoğunlaşarak bazıları da enerji politikaları açısından denge oyunlarına vurgu yaparak konuyu anlamaya ve açıklamaya çalışmaktadır. Elbette ki tarihi müktesebattan enerji jeopolitiğine kadar çok farklı spekülasyonlar yapılabilir ama bunların hiç biri güncel krizi anlamak için yeterli değildir kanaatindeyim. Güncel bir krizi, tarihi veya ilgili her değişkeni bir faktör olarak akılda tutarak ama esasen yakın dönemin etkisini dikkate alarak anlayıp açıklayabiliriz.
ARAP BAHARI’NIN ÇATIŞMALARI
Kanaatimce Katar krizinin en önemli nedeni, Arap Baharı sürecinin doğası ve etkileri konusunda devam eden uluslararası çatışmaların doğurduğu artçı bir sarsıntıdır. Şöyle ki, Arap Baharı, özü itibarıyla, ulus-altı ya da ulusal sivil hareketlerin bölgedeki diktatörlükleri demokratik ve barışçı mücadeleyle dönüştürerek olabildiğince temsili yönetimlerin kurulması süreciydi. Bu demokratik süreçte başta Obama yönetimi gibi dış aktörler de belirleyici rol oynamış olsalar da bu sürecin esasen içeriden sivil-demokratik halk hareketleriyle oluşması bekleniyor ve gerekiyordu. Doğası gereği belki on yıllarca sürmesi beklenen bu sürecin, teorik ve felsefi olarak, tüm bölge ülkelerindeki benzeri diğer diktatörlükleri de aynı yöntemlerle dönüştürmesi kaçınılmazdı. Daha somut ifadeyle, Mağrib’de başlayan demokratikleşme sürecinin aşamalı olarak Maşrık, Basra Körfezinin her iki yakası ve hatta kuzeyindeki ve güneyindeki ülkelerde köklü etkilerinin olması mümkündü. Böylece tüm Orta Doğu’da ve İslam ülkelerinde özgün demokratik düzenlerin kurulması ihtimali oluşmuştu.
Arap Baharı sürecinin bu gerçekleşen ve muhtemel etkileri, üç aktör grubunu alarma geçirdi ve karşı devrime yol açtı. Avrupalılar/Batılılar yüzyıllık etki alanlarının ellerinden kayacağını düşündükleri için, Şeyhlikler ve İran gibi ülkeler kendi iç düzenlerinin de değişmesinden korktukları için, Türkiye gibi ülkeler de terör ve ayrılıkçılık endişesiyle Arap Baharı sürecini kendi denetimleri altına almaya çalıştılar. Karşı devrimcilerin amacı Arap Baharı’nı durdurmaktan ziyade kendi istedikleri yönde gitmesini sağlamaktı ki bu durum, demokratik dönüşümleri etkilemek için anti-demokratik ve militarist müdahalelere, bu da aralarında rekabet ve çatışmanın doğmasına neden oldu. Müdahalelerin ve rekabetlerin en acı maliyetini Arap Baharı halklarının ödediğini ise söylemeye bile gerek yok.
Tüm bu sürecin kilitlendiği nokta Suriye savaşı oldu. Bu savaş, bir yandan küresel güçler arası stratejik çatışmayı, diğer yandan bölge ülkeleri arasında tarihsel ve ideolojik kavgayı ve toplumsal gruplar arası 1400 yıllık dinsel ve mezhepsel farklılıkları derinleştirdi. Artık sorun sadece Suriye sorunu olmaktan çıkmış ve kozmopolit aktörlerin içine düştüğü post-modern bir savaşa dönüşmüştü. Çok komplike bu savaş iki düzlemde devam ediyordu: Birincisi Suudi Arabistan, İsrail, ABD’li Neoconlar ve diğerlerinin, bölgesel demokratik dönüşümün öncüsü potansiyeline sahip olan ama bir yıllık iktidar döneminde beklenen demokratik performansı göstermeyen Müslüman Kardeşleri yok etmek için yaptıkları Mısır hamlesi ve sonrasında ortaya çıkan rekabettir. Suudi ittifakı (Sisi, Körfez ülkeleri, İsrail, Neoconlar vd.), Müslüman Kardeşleri terörist ilan edip tasfiye etmeye çalışırken, Katar-Türkiye ittifakı onları desteklemeye devam ettiler. 2013’ten beri zaten yaşanmakta olan bu ayrışma, özellikle Suriye’deki gelişmeler nedeniyle yaygınlaşarak devam etti. Suriye iç savaşının bir yanda Rusya-İran-Hizbullah-Esad diğer yanda ABD-Suudi Arabistan-Türkiye-Katar-Muhalifler şeklinde kilitlenmesi ve bir türlü çözülememesi, tüm aktörleri yordu ve tüketmeye başladı. Suriye iç savaşı ittifak ve çatışma sistematiğinin kilidinin nasıl çözüleceğini kimse bilmediği için tüm taraflar askeri, jeopolitik, ekonomik, mali, prestij kaybı endişesi taşıyor.
ABD MAKAS DEĞİŞTİRİYOR
Donald Trump ve onun desteklediği aktörler, hem Suriye kilidini çözmek hem de bunun sonucunda bölgesel ve küresel siyasette üstünlük sağlamak için, Rusya-İran ittifakını sona erdirip her ikisiyle ayrı ayrı mücadele etmeye karar verdiler. Trump’ın seçimi öncesi ve sonrasında önemli bir gündem olan Rusya meselesi, Putin’i ikna edip ABD’nin safına çekme çabası olarak özetlenebilir. Ancak bugüne kadar ne ABD iç politikası ve NATO ittifakı bu kararı hazmedebilmiş durumda ne de Putin, ABD’nin safına geçti. Rusya’yı İran’dan ayrıştırma çabaları devam ederken Trump ve bölgesel destekçileri eş zamanlı olarak İran’ı kuşatacak bir senaryo oluşturdular. Bu senaryonun son çare olarak hedefi, gerektiğinde sıcak savaş yürütmek olsa bile öncelikli amacı İran’ı ve müttefiklerini çok yönlü olarak sıkıştırmaktır. Trump’ın geçen ay bölgeye yaptığı ziyarette Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail liderleriyle yaptığı görüşmelerin ana gündem maddesi buydu: 1981 yılında ABD öncülüğünde İran’daki Humeyni devriminin emperyalist yayılmacılığına karşı kurulmuş olan KİK’in harekete geçirilmesi, aynen o yıllarda olduğu gibi üye ülkelere ABD silahlarının satılması, Suudi hegemonyası altındaki bölge ülkelerinin İran’a karşı diplomatik, siyasi, askeri baskılarını artırmaları.
Katar (ve Türkiye gibi bazı ülkeler), Suudi Arabistan hegemonyasının bu iki hedefi konusunda farklı, hatta zıt noktada bulunuyor: Katar ve Türkiye’nin Arap Baharı’nın başından beri destekledikleri Müslüman Kardeşlere ve diğer tüm devrimci muhalif hareketlere/gruplara desteklerini çekmesi, sadece temel stratejilerinin iflas etmiş olması anlamına gelmeyecek, aynı zamanda bu gruplarla kendi içlerinde sorunlar yaşayabileceklerdir. Ülkelerinde yaşayan binlerce Müslüman Kardeşler temsilcilerini “harç bitti yapı paydos” şeklinde tasfiye etmelerinin çok ciddi güvenlik ve sosyal krizler yaratma ihtimali vardır. İkincisi, Katar ve Türkiye, İran’ın Suriye’de ve bölge üzerinde etki alanı kurmasından aynen ABD, Suudi Arabistan ve İsrail gibi çok rahatsız olmalarına rağmen bu rahatsızlığın askeri veya benzeri şiddet ve baskı yoluyla giderilebileceğini düşünmüyorlar, bilakis İran’ın bu yolla daha çok radikalleşeceğinden, bunun da örneğin Suriye ve Irak gibi istikrarsızlaşmasına neden olup kendilerini de olumsuz etkileyeceğinden endişe duymaktadırlar. Katar, Basra/Pers Körfez enerji kaynaklarının çıkarılması, taşınması ve pazarlanmasının güvenliği bağlamında İran’a bağımlı olması, demografik kırılganlığı, jeopolitik olarak İran’dan gelecek bir saldırıya açık olması gibi endişeleri nedeniyle, Türkiye de İran ile yakın güvenlik, ekonomik, ticari, enerji, demografik çıkarlara sahip olması dolayısıyla muhtemel bir İran savaşını ve istikrarsızlığını istemiyorlar.
Katar, Türkiye, İran, Irak ve belki de Rusya’nın mevcut krizi barış ve diyalogla çözmeyi başarmaları, sadece bu ülkelerin ortak çıkarlarına değildir. Daha önemlisi, Trump’ın Suudi Arabistan ve İsrail desteğiyle başlayacak olası bir İran sıcak savaşının engellenmesine ve bölgede daha barışçı süreç için alternatiflerin oluşmasına yol açabilir. Katar ve diğer ülkelerin Trump’ın çılgın planına karşı durması, ABD’nin oluşturmaya çalıştığı ittifakta çatlak doğurabilir. Çatlak sadece devletlerarası ilişkiler düzeyinde değil, özellikle toplumsal düzeyde itiraz ve muhalefet şeklinde oluşabilir. Zira burada vurgulamak istediğim gibi, Katar krizi esasen Arap Baharı sürecinin Körfez’e yayılması olarak kabul edilirse, bu tür ayaklanmaların bu bölgede de görülmesi mümkündür. Terörle itham edilen ve varlığını devam ettirmek isteyen bölge ülkelerindeki yaygın Müslüman Kardeşler tabanının bu dönemde harekete geçmesi, göz ardı edilmemesi gereken bir potansiyeldir. Özellikle Suudi Arabistan gibi Sünni ülkelerde bulunan yoğun Şii grupların da aynı şekilde kendiliğinden veya dolaylı yollardan harekete geçmesi/geçirilmesi, aynen Arap Baharı gibi oluşumlara yol açabilir.
Sonuç olarak, Müslüman Kardeşlere ve İran tehdidine karşı tavır almadığı için cezalandırılmaya çalışılan Katar’a dair kriz, hiç beklenmedik veya planlanmadık bir şekilde ülke tabanlarında yer alan Sünni Müslüman Kardeşler ile Şii muhaliflerin işbirliği yaparak Trump ve müttefiklerine karşı direnmelerine yol açabilir. Böyle bir süreç, bu ülkelerdeki iç düzenleri sarsmak bir yana, farklı bir Orta Doğu’nun doğuşuna zemin hazırlayabilir. Bu sürecin nasıl ilerleyeceğini, daha çok savaşa ve kaosa mı, yoksa gerçekten bir barışa ve diyaloğa mı yol açacağını bu aşamada bilemem ama en azından devletlerarası büyük bir Sünni-Şii savaşını engelleyeceğini iddia edebilirim. Bunun ötesinde İslam dininde ve toplumlarında mevcut 1400 yıllık Şii-Sünni ayrışmasının siyasi olarak tamir edilmesine ve etnik-milli çatışmaların kontrol altına alınmasına katkı yapıp yapmayacağını da bilemeyiz ama şahsen temenni ederim.