Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer “Türkiye’nin sorunu hiçbir sorununun olmadığı bir ‘tarihin sonu’na ulaşamamış olması değil, varlığının niteliğini artıracak bir anlayıştan yoksun olmasıdır” diyor.
Neil Amstrong’un Ay’a ayak basarak yeni bir çağ başlattığı 20 Temmuz 1969 tarihli, o günün Türkiye’sinde en çok satan iki gazeteden birinin ön sayfasını alalım. Gazetenin ana sayfası yaklaşık on haberden oluşuyor ve tüm bu sütunlarda yeni çağı, insanlığın bu yeni zaferini kutsayan; teknolojiye, dönüşüme atıf yapan haberler, yazılar yer alıyor. Kalan bir haberdeyse Demirel’in demeci spota taşınmış: “İtişip kakışmakla zengin olamayız.”
Bu çok sembolik ve bir o kadar önemli bir örnektir. İki bakımdan; ilk olarak siyaseti, müzakere kültürünü, çoğulculuğu “itişip kakışmak” olarak görmesi; ikincisi ise kalkınmayı zenginleşmeye indirgemesi itibariyle son derece mühim ve çarpıcı bir örnektir. Dünya tarihine damga vuran bir güne Türkiye siyasetinin düştüğü not budur. Bu satırlar Bekir Ağırdır’ın “Hikayesini Arayan Gelecek” adlı kitabından.
***
Dünya tarihine damga vuran güne Türkiye siyasetinin düştüğü notu, nottan hareketle de Türkiye’nin siyasetini konuşmak gerekiyor. Toplumsal hayatın her bir alanı birbirinden keskin hatlarla ayrışan kompartımanlardan meydana gelmediğine göre siyaseti konuşmamız gerektiği gibi aynı zamanda ekonomi, eğitim, kültür vs. gibi diğer alanları da konuşmamız icap ediyor. Bu açıdan konuşmanın bütünümüze şamil olması zaruri.
Anlık, lokal ve kazaen yaşadığımız bir şey olsaydı şüphesiz ona göre bir pozisyon almak, ona göre konuşmak mümkün olabilirdi. Ancak tarihe damgasını vuran gelişmelerin büyük bir hızla gerçekleştiği günümüzün akışkan dünyasında belirli bir tarz-ı siyaseti tevarüs edegeldiği şekliyle sürdürmekten imtina etmiyorsak hatta koşulların elverdiği oranda tahkim de etmeye çalışıyorsak o zaman ona göre konuşmamızın gerekliliği açıktır.
***
Türkiye siyasetinde ana aks olarak özgürlüğü öncelemek, ötekine dikkat kesilmek nasıl muhalefetin alet çantasına iliştirilmişse aynı şekilde güvenlik, birlik, teklik vurguları da iktidarın söylem mimarisine yedirilmiş vaziyettedir. Bu yüzden mekanizması ve işleyişi bu düzlem üzerinde seyreden siyasal sistemimizde pozisyon ve aktör değişimleri sistemik dönüşümleri getirmiyor.
Zaten bu aks ve aksı şekillendiren söylemin kodları sistemik dönüşümlerin varlığını ve gerekliliğini konuşmak, konuşturmak yerine aktör değişimini, pozisyon değişimini öne çıkarmakta, anlamlı ve önemli olanın bu olduğunu ileri sürmekte. Siyasi tarihimizde toplumsal kesimlerin kendi iç konuşmalarında mevzuyu sürekli yürürlükteki sistemden, sistemin yapılanma biçiminden, yerleşik güç ilişkilerinden bağımsız şekilde aktörlere, onların inanç ve değer dünyalarına, ahlaki ve ve kültürel aidiyetlerine bağlaması da bu anlayıştan ileri gelmektedir.
Hal böyle olunca siyasal gerilimler, kutuplaşmalar, kamplaşmalar varlıklarını devam ettirirken daha temelde Türkiye’nin sorunları çözümsüz kalıyor, kronikleşerek yarınlara uzanıyor. Müzakere, çoğulculuk, ötekine saygı; pratik karşılıkları olmayan günümüz dünyasının klişelerine dönüşmekte, farklılıklar, müzakere, muhalefet gibi hususlar en iyimser haliyle Demirel’in ifadesiyle “itişip-kakışmak” olarak nitelenerek anlamsızlaştırılmaktadır.
Nitekim koşulların sertleşmesiyle bu dilin radikalleşmesi, ötekini düşmana, farklılık ve çoğulculuk taleplerini giderilmesi gereken siyasi, ahlaki bir hataya, ekonomik ve kültürel itirazları ve talepleri de bir tür ihanet girişimine dönüştürmektedir. İş bu noktaya vardığında sınırları son derece geniş, belirsiz ve katılıma açık olması gereken siyaset, kodları ve sınırları önceden belirlenmiş normatif bir alana, resmi bir hakikat anlatısının devlet destekli buyurganlığında sabit ve steril hale getirilmiş tabiri caizse entübe bir yaşam alanına çevrilmiş olur.
Burada mesele artık sessizleştirilen, akredite edilmiş söylemin dışında bırakılan ve giderek mevcut varlıkları itibariyle sorun haline getirilenlerin talep ve beklentilerinin karşılıksız kalmasıyla sınırlı olmaz. İktidar alanının kaygan zemininine bugün yerleşenleri de, ülkenin gereksinimlerini de, adalet ve özgürlük temelinde her bir ferdi için inşa edilmesi gereken yarınlarını da esir alıyor, ülkeyi ve toplumu madden ve manen kısırlaştırıyor.
Tahripkar bir ilişkinin, insandışılaştıran bir mücadelenin ne tarafında olursanız olun ölümcül yaralar almaktan kurtulmanızın imkanı yoktur. Bu tür ilişkilerde görüntüdeki zaferin aldatıcı olması, kendi varlığını hedef alan bir Pirus zaferine dönüşmesi bu açıdan kaçınılmazdır.
***
Dolayısıyla Türkiye’nin sorunlarını çözmek aktörlerin iyi niyetleri üzerinden, aynı tarz ve usulü sürdürerek pozisyon değişimine odaklanan bir mücadeleyi sürdürmekle gerçekleşmez. Zaten mevzuyu bir niyet meselesi, bir pozisyon değişimi olarak ortaya koymak, pratiği ve potansiyeli belli bu medceziri bozulması düşünülmeyen bir doğa hali olarak görmek, müesses nizamın kalıcılığına matuf işleyen iktidar oyununun içinde kalmaya razı gelmektir ve şüphesiz mahkum kalmaktır.
Aynı şekilde toplumsal-siyasal hayatın gereksinimlerinin karşılanmasını günümüz dünyasının gerçekliğini, ülkemizin müktesebatını ve yarınlarını gözeten bir dil üzerinden rafine politikalara bağlamak yerine ülkeyi yönetme işinin iyi ve iyiniyetli kişilerce çözüleceğini düşünmek ve bütün siyasetini buna vakfetmek anlamlı bir varoluştan, iddiadan ve söylemden açık ve net bir şekilde imtina etmek daha da açık konuşmak gerekirse feragat etmektir.
Türkiye’nin eğitimden kültür sanat alanına, siyasetten adil bölüşüme, mimariden bürokratik işleyişe kısacası devletin niteliği, devlet-toplum ilişkisi ve şüphesiz sivil hayatın niteliği gibi bütün alanlarda iç içe geçen çok geniş, çok katmanlı ve çok karmaşık sorunları mevcut. Kendi tarihsel pratiğinden gelen kronik sorunlarının yanından içinde bulunduğumuz dünyasının küresel ahvali de başka tür krizleri koynunda beslemekte ve bu sorunlara cevap üretmemizi veya bu sorunlarla baş etmemizi icbar etmektedir.
Tüm bunların kıskacında kışkırtılan, tehdit algısı yükselen yerelin bir taraftan çözülen diğer tarafta ise büzüşerek agresif bir savunma hatında radikalleşmesi başka tür komplikasyonlar üretiyor. Tüm bu alt üst oluşların varlığını, niteliğini, taşınabilir bir kıvama getirilip zarar vermeyecek şekilde geleceğe taşınmasına imkan verecek iş ve işlemlere, okumalara ve arayışlara odaklanmak yerine temel sorunumuzun fi tarihinde dört başı mamur şekilde üretilmiş bir reçetenin bir türlü kendisini uygulayacak iyi aktörle buluşamaması olarak kavrayan anlayıştan, anlayış düzeyinden behemehal uzaklaşmamız gerekiyor.
***
Siyaset doğası gereği geniş, katılıma açık ve önceden ne olacağı, nereye gideceği öngörülemeyen bir belirsizliği gerektirmektedir. Öneceden hazırlanmış bir formülün topluma, toplumsal hayata giydirilmesi gibi bir mühendislik faaliyeti değil katılıma, çoğulculuğa alabildiğine geniş ölçekte imkan veren ve sorunlara hazır çözümler yerine bu katılımlar, müzakereler, itirazlar üzerinden inşa edilecek çözümlerin nihayetinde geçici uzlaşılar olduğunun bilinciyle yol almak durumundayız.
Nihai çözümler, tarih-toplum üstü çözümler ve iddialar güçlü bir siyasetin değil siyasetsizliğin dışavurumudur. Geçicilik, sonu olmayan müzakere ve sürekli değişen yeni ittifak ilişkileri tam da bu nitelikleri itibariyle siyasetin varlığına, canlılığına ve pek çok sorunun, gerilimin devletin ve toplumun insicamını bozmayacak şekilde taşınabileceğine işaret edecektir.
Türkiye’nin sorunu hiçbir sorununun olmadığı bir “tarihin sonu”na ulaşamamış olması değil varlığının niteliğini artıracak ve sorunlarla baş etme kapasitesini yükseltecek bir anlayıştan, bir zihniyetten, bir tarzdan ve işleyişten yoksun olmasıdır. Dolayasıyla yaşadığımız hayata bu şekilde not düşmeye devam etmekten kurtulmak temel vazife olarak önümüzdedir.