Görüşler

Modernitenin hastalığı olarak yurtsuzluk

Modernitenin hastalığı olarak yurtsuzluk

‘Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Dil topluluk halinde yaşayan ve aynı dili konuşan insanların ortak mülküdür. Modernitenin yol açtığı yurtsuzluk topluluğu dilsiz bırakmıştır” diyor.

Yirminci yüzyılın en önemli filozoflarından ve yaşadığı çağın da keskin eleştirmenlerinden biri olan Martin Heidegger modernitenin yol açtığı yoksullukları, bunların Batı kültüründeki derin etkilerini tespit etmekle, neden oldukları ruhsal hastalıkların belirtilerini açığa çıkarmakla yetinmemiş, bunları aşmanın, kültürdeki tahribatları onarmanın yollarına da işaret etmişti. Kısa bir süre için Nazilerle olan siyasi bağlantısı onun felsefesine kuşkuyla yaklaşılmasına neden olsa da modern teknoloji, varoluşsal kaygılar, ekolojik sorunlar, yurtsuzluk ‘Varlığın açığa çıkması’ konusundaki görüşlerine, yazılarına kayıtsız kalınmamıştır.

Heidegger 1930’ların ikinci yarısından itibaren Alman romantizminin büyük şairi Hölderlin’in şiirleriyle yoğun biçimde ilgilendi, onun şiirine felsefi çözümleme getirdi. Romantik çağın, onsekizinci yüzyıl sonunun şairi olan Hölderlin 1789 Devrimi’nden etkilenmiş, ancak aynı zamanda Avrupa’nın, özellikle de Almanya’nın bir çöküş dönemi yaşamakta olduğunu da görmüştü. Bu çöküşü aşabilmek, kültürü onarabilmek için yeni bir başlangıcın kaçınılmaz olduğunu düşünüyor, başlangıç yapabilmek için de Antik Grek dünyasına dönmeyi, oradan kalkarak bir yenilenme ve canlılık gerçekleştirmeyi öneriyordu. Antik Grek dünyası onu adeta büyülemişti. Şiirlerinde, mektuplarında, tragedyalarında, romanında ve çevirilerinde hep o büyülendiği dünya, hep o Antikite hayranlığı vardır.

Hölderlin’in Alman idealizminin geliştiği, olgunlaşma çağına girdiği bir dönemde yazmaya başladığı şiirleri felsefi bir öz içeriyordu. Platon’dan bütünüyle farklı olarak şiir ve felsefe arasında bir karşıtlık görmeyen, tam aksine bu ikisi arasında bir yakınlığa, şiirin aynı zamanda bir ‘düşünme’ biçimi olduğuna dikkat çeken Heidegger’i onun şiirine çeken özelliklerden biridir bu. Hiedegger’e göre şair kutsal olanı bulur, gösterir, işaret eder. Filozof ise gösterilenin kutsallık olduğuna dair kanıtlar ortaya koyar. Yani, şair ve filozof arasında kutsala yaklaşma konusunda bir ittifak söz konusudur. (Julian Young, Heidegger’in Geç Dönem Felsefesi, çev. E.Korkut, Dergâh Yayınları, 1. baskı 2017, s. 40-41). Filozof ve şair arasındaki bu yakınlık Hölderlin’de ikisini ayıran sınırların silinmesiyle bütünleşmeye dönüşmüştü. Nurettin Topçu’nun kimi sanatçıları tanımlamada (örneğin Michelangelo’yu) başvurduğu bir kavramını Hölderlin için tekrarlayacağım: O bir ‘sayıklayan filozof’tu. Şiiri özgün bir düşünme biçimi olan ‘meditatif düşünme’ye yakındı. Sesi iç dünyasından geliyordu. Kendi içi dünyasından topluluğu (Alman halkını) bir olmaya çağırıyordu. Nurettin Topçu, Michelangelo’nun eserlerinde kurtulmaya çalışan bir kurbanın varlığına dikkat çeker, bu kurbanın da çoğu kez sanatçının bizzat kendisi olduğunu belirtir. Hölderlin de tarihin mağduru bir topluluğa (Alman halkına) bağlılığından dolayı kurbandır.

Heidegger’e göre Platon’dan bu yana tüm Batı düşüncesi varolandan Varlık’a uzanan yolu izlemede, Varlık ile ilksel ilişkiye geri dönmede ve buna uygun biçimde düşünmede başarısız oldu. Bunun asli nedeni ise metafizik. Varlığın açığa çıkmasını engelleyen özne merkezli metafizik çağdaş nihilizmin de özü. Heidegger ısrarla metafizikçinin ‘varolan ile Varlık arasındaki farkı’ düşünemediğini ve ‘Varlığın unutulmuşluğu’na çözüm getiremediğini, hakikat hakkında soru sormadığını belirtir. (Young 2017: 49-50). İşte şairin sesine duyulan ve düşünsel, tarihsel ihtiyaç tam da burada ortaya çıkar. Bir başka ifadeyle, Hölderlin’in şiirinde en belirgin örneği bulunan ‘hatırlayan düşünme’ (şiirsel düşünme) ile felsefeye özgü meditatif düşünme arasındaki ittifak Varlığa uzanan yolu izlemeye, çağdaş nihilizmin üstesinden gelmeye katkıda bulunabilir.

Heidegger modernitenin yol açtığı yoksunluklar arasında tanrıların kayboluşunu, daha doğrusu kendilerini gizlemelerini de sayar, Julian Young’ın da belirttiği gibi Heidegger’in burada Nietzche’dan farklı bir düşünceyi dile getirdiği mutlaka vurgulanmalıdır. Heidegger’e göre modernitede tanrı(lar) ölmemiştir. Gizlenmiş, ortadan kaybolmuşlardır. Bir diğer ifadeyle, Heidegger tanrıların yokluğundan söz eder, ölümlerinden değil. Onlar artık ‘Yaşamlarımızın içinde değillerdir ve ‘dünyanın tarihini düzenlemezler’ (Young 2017: 154). Onların kayboluşuyla birlikte her şeyi aydınlatan ilahi ışık da kaybolmuş, yeryüzüne gecenin karanlığı inmiştir. Ancak sonuçta gözden kaybolma ve ölüm (hiçlik) farklıdır. Kaybolan tanrılar geri gelebilir, yeniden açığa çıkabilirler.

Şair onların açığa çıkmaları için çaba gösterir, onları geri çağırır. Böylelikle dolaylı yoldan da olsa yeryüzünün yeniden aydınlanmasına katkı sağlamaya girişir. Kısacası, Hölderlin’in şiirinde kutsal olana açılan bir damar vardır. Bu arada ne Heidegger’in kaybolduğunu söylediği ne de Hölderlin’in açığa çıkmaya çağırdığı tanrıların Hıristiyan teolojisindeki tanrı nosyonuyla bağlantılı olmadıklarını belirtmek gerekiyor.

Tanrılar yeryüzüne ilahı ışık saçmakla kalmıyor, insanlara da ilham veriyor, topluluğun temel değerlerinin ve geleneklerinin canlı tutulmasını, topluluğun bekasını sağlıyorlardı. İnsanları kendilerine doğru topluyor, topluluk (cemaat) oluşturuyorlardı. İnsanlar böylelikle yurtlarında birarada yaşayabiliyorlardı. Şöyle de söylenebilir: Tanrısal olan bir nevi düzen fikrini de beraberinde getiriyor, insanların topluluk halinde yaşamalarının zeminini oluştururdu. Tanrı bu anlamda ‘kurucu temel’dir. Tanrılar (gözden) kaybolduğunda topluluğun temeli de sarsılır, giderek dağılır. Daha önce topluluk halinde yaşayan insanlar açısından ikamet sorunu baş gösterir, yurtsuzlaşırlar.

Heidegger moderniteyi yoksunluğun ‘mutlak zemini’ olarak tanımlar. Ona göre yurtsuzluk ve ikametin kaybolması modernitenin neden olduğu yoksunluklardan biri. Moderniteyle birlikte insanlar köken duygusunu kaybedip yurtsuz kaldılar. Köklerinin bağlı olduğu yerden, yurtlarından koptular. Bir başka ifadeyle, modernitenin getirdiği koşullar altında insanlar yurt (Hiemat) özlemi duyarak yaşıyorlar. Bir zamanlar paylaştıkları ve onları birarada tutan değerler, kuşaktan kuşağa geçen gelenekler de kaybolma aşamasına geldi. Hölderlin’in şiiri tanrıların açığa çıkmalarını, yeryüzünü ilahi ışıkla aydınlatmalarını talep ediyor. Aynı zamanda yeniden birarada yaşamanın zeminini oluşturmalarını istiyor.

Heidegger’e göre dil insana ‘kendine tanıklık etsin diye’ verilmiştir. Dil topluluk halinde yaşayan ve aynı dili konuşan insanların ortak mülküdür. İnsan deneyimlerini, ruhsal durumlarını dil aracılığıyla iletip paylaşabilir. Topluluk ortak değerlerini bu dil aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarır. İşte bu nedenle Heidegger dilin bulunduğu yerde dünyanın, dünyanın olduğu yerde de tarihin olduğunu belirtir.

Heidegger dilin aynı zamanda insanın yuvası olduğunu da ileri sürer. O halde, eğer dil insanın ikamet ettiği yuvası ise insanı yuvasından koparan, yurtsuzlaştıran modernitenin iletişim kurmamızı, birbirimize söz söylememesi ve birbirimizi dinlememizi mümkün kılın dilin de kaybolmasına neden olduğu söylenebilir. İnsan bir ev olarak dilinden de uzaklaşmıştır. İnsanları birarada tutan bütün bağları tahrip eden, koparan modernite iletişim kurmamızı, birbirimize söz söylememizi, birbirimizi anlamamızı mümkün kılan dil ile bağlarımızı da koparmıştır. Şair bir kez daha güç bir işin üstesinden gelme yükümlülüğünü üstlenir.

Cemaatin sesi olarak topluluğun dil ile kopmuş, çözülmüş bağlarını onarma görevi de ona düşer. Onarmalıdır ki, topluluk ortak değerlerini, geleneklerini yeni kuşaklara anlatabilsin, aktarabilsin Hölderlin de birarada yaşayan, topluluk oluşturan insanları “Biz bir söyleyişiz” sözüyle tanımlamıştı. Söyleşi başkalarıyla konuşmayı, daha doğrusu birlikte yaşamayı, birbirini işetebilecek kadar yakın olmayı ifade eder. Biz konuşma temelinde biraraya geliriz. Dil bu anlamda ortak evimizdir, dilde birlikte ikamet ederiz. Öyleyse şöyle söyleyelim: Modernitenin yol açtığı yurtsuzluk topluluğu dilsiz bırakmıştır. Modernitenin yarattığı koşullar altında biz söyleşi değiliz.

Romantik çağın birçok şairini etkileyen ‘birlik’ fikir ve temasını Hölderlin de işlemişti. Birliği iki düzeyde ele alır. Bunlardan ilki insanın ortak değerleri, belirli bir geleneği paylaştığı diğer insanlarla birliğidir. Diğer ifadeyle, Hölderlin’in şiiri modernitenin yol açtığı dağılmanın üstesinden gelmeye, yeniden kavuşmaya, topluluk oluşturmaya ve topluluk halinde yaşamaya dairdir. Ondaki ikinci birlik fikri ise insan ile doğa arasındadır. Empedokles’in Ölümü tragedyasında insanın doğa ile uyumlu birliğini, giderek kozmosla bütünleşmesini ele alır. Hyperion’dan sonra yazmaya başladığı ve üzerinde uzun süre çalıştığı, ancak basılı olarak göremediği bu tragedya ölümünün ardından üç ayrı taslak halinde bulunmuş, uzmanlarca el yazması taslaklardan faydalanarak bir metin oluşturulmuştu.

Empedokles’in Sicilya’da, Etna yanardağına atlayarak intihar ettiği söylenir. Hölderlin onun böyle bir intihar yolunu seçerek, bedenini alevlerin içine fırlatarak özellikle Sokrates öncesi düşüncede kozmosun dört temel unsurundan biri olan (diğerleri su, toprak ve hava) , bir ‘mutlak unsur’ kabul edilen ateşin içinde eridiğini ve kozmosla bir olduğunu vurgulamıştı.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir