Misâk-ı Millî sadece işgal altındaki Arap topraklarının Osmanlı’dan ayrılmasını kabul etmişti

Türkiye’de ara ara Misâk-ı Millî konuşulur. Konuşulur da üzerinde konuşulan şeyin ne olduğu konusunda fikir birliği içinde olduğumuz söylenemez. Bilakis tam bir karmaşa var. Hâl böyle olunca, Misâk-ı Millî’ye herkesin kendi anlayışına göre anlamlar yüklemesi kaçınılmaz oluyor.

Ne olduğu iyi bilinen, metni tesbit edilmiş, etrafındaki tarihî realiteleri ve temel olguları yani kendisi ve bağlamı tarihçilerce didik didik edilmiş konularda da farklı yorumlar ve vurgular muhakkak olacaktır. Fakat Misâk-ı Millî dendiğinde oralardan çok uzağız. İnanılması güç ama ilânından neredeyse bir asır sonra, hem de müfredatın bir parçası olarak Cumhuriyet’in başından beri okullarda öğretilmesine karşın (belki tam da bu yüzden) durum böyle.

Bu yazıda Misâk-ı Millî’den bugün neler anlaşıldığını fazla vurgulamak istemiyorum. Ortaya basit bir halita sunayım: Misâk-ı Millî, Ulusal And’dır, Erzurum ve Sivas Kongresi’nde şekillenen düşüncelerin ifadesidir, Mustafa Kemal’in büyük bir zaferidir, “son Osmanlı Meclisinin yegâne müspet bir işidir”, “Kurtuluş Savaşı programının yasallaşmasıdır”, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde en önemli aşamalardan biridir, Cumhuriyet’in kurucu belgelerinden biridir, “millî ve bölünmez bir Türk ülkesinin sınırlarını çizmiştir”, bir tür Magna Carta’dır, Fransız İnsan Hakları Bildirgesinden bile daha önemlidir… ” Daha bitmez tükenmez, “Misâk-ı Millî’nin sınırları” tartışması var. Somut pek çok yer için “içindedir” veya “dışındadır” tartışmaları yapılıyor. Sınırlarının nerelerden geçmesi gerektiğini gösteren, bazıları iyice tuhaf haritalardan geçilmiyor ortalık. Evet, daha pek çok şey eklenebilir, bunların büyük çoğunluğunun sorunlu olduğunu, tarihî olayın kendisine ve olgulara uygun olmadığını, bazılarının ise niyet öyle olmamasına rağmen sonuç olduğunu düşünüyorum. Fakat neleri sorunlu bulduğumu bu yazıda lâyıkıyla gösteremem herhâlde.

Bunun yerine en başlara, işin temeline inmekte yarar var. Bu da tarihçilikte, üzerinde konuşulan metnin doğru bir şekilde tesbit edilmesi ve tabii ki bağlamı değerlendirmeye almakla oluyor. Nedir Misâk-ı Millî? Mütareke İstanbul’unda toplanan fakat Müdafaa-i Hukuk’çu mebusların çoğunlukta olduğu son Osmanlı Meclisinin 28 Ocak 1920’de benimsediği ve 17 Şubat 1920’de kamuya ve dünyaya ilân ettiği, bir giriş ve altı maddeden oluşan kısa bir beyannamedir. Kesinlikle bir yasa niteliği taşımamaktadır. Bugün de benzerlerini gördüğümüz türden bir parlamento görüşüdür.

Henüz Millî Mücadele’nin hiçbir önemli çatışması yaşanmamış ve Osmanlı ile muhasımları arasında nasıl bir barış antlaşması olacağı belli değilken, Osmanlı Meclisi bu beyannameyle elini açmış, hangi asgarî koşullar sağlanırsa barış yapılabileceğini ve Osmanlı tarafının bunun için vereceği azamî tavizlerin neler olduğunu beyan etmiştir. Müzakere masasına oturmadan önce bunları açıklamanın siyasî hikmetini tartışabiliriz ama devir Wilson ilkelerine ve kendi kaderini tayin hakkına inancın Osmanlı’da yüksek olduğu bir devirdi. İzmir’in işgali gibi hadiseler bu inancı zayıflatmaktansa güçlendirmişti.

Metne gidelim, önce üzerinde bir kuşku bulunmayan giriş kısmına bakalım:

“Zirde vâziü’l-imza Osmanlı Meclis-i Meb’usan azaları istiklâl-i devlet ve istikbâl-i milletin, haklı ve devamlı bir sulhe nailiyet için ihtiyar edebileceği fedakârlığın hadd-i azamîsini mutazammın olan esasat-ı atiyeye tamami-i riayetle mümkünü’t-temin olduğunu ve esasat-ı mezkûre haricinde payidar bir Osmanlı saltanat ve cemiyetinin devam-ı vücudu gayr-ı mümkün bulunduğunu kabul ve tasdik eylemişlerdir.”

Yani Osmanlı mebusları, devletin bağımsızlığı ve milletin geleceğinin ancak, haklı ve devamlı bir barışa kavuşmak için yapılabilecek azamî fedakârlığı içeren bu ilkelere tam uymakla sağlanabileceğini söylüyor. Bu ilkelerin dışında bir Osmanlı İmparatorluğu ve toplumunun varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Barış arayışı içinde olan Osmanlı Meclisi kendi asgarî koşullarını öne sürüyor. Barışın sağlanmasının amacı ise Osmanlı saltanatı ve toplumunun yaşamasını sağlamak. Açık ve net!

Misâk-ı Millî’nin birinci maddesi ise her anlamda pek çok tartışma üretmiş durumdadır. Evvela bu çok kritik maddenin üzerinde anlaşılmış bir metni yok. Yakın zamana kadar ortada orijinal metin de yoktu. Birkaç sene önce, Murat Bardakçı’nın bir yazısından bu metnin Genelkurmay ATESE arşivinde bulunduğunu öğrendik. 2015 yılında Sefer Yazıcı’nın derlediği ve TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı’nca basılan Milli Egemenlik Belgeleri adlı çalışmanın içinde, bu metnin, Meclis-i Mebusan başkanı Celaleddin Arif’in imzasıyla Osmanlıca tıpkıbasımı, transkripsiyonu ve bugünkü Türkçeye çevirisi verilmiştir. Elimizde artık Osmanlıca elyazılı ve imzalı orijinal metin olduğu için metnin doğru bir şekilde tesbit edilmesi çok kolaylaşmaktadır ama ufak bir noktada hâlâ karışıklık var.

Mete Tunçay, Mesut Aydın, Cemil Koçak ve daha pek çok tarihçi için Misâk-ı Millî metninin sorunlu olduğu ve bunun da sadece okuma farklılıkları ve yanlışlarından kaynaklanmadığı bir sır değildi elbette. Bu konuda belki de söylenecek ilk şey, Maarif Vekâleti’nin liseler için hazırlattığı 1931 tarihli Tarih IV kitabından beri devletin resmî ders kitaplarında önce “tam metni” verilen, sonra tavşanın suyunun suyu usûlü sadece özetleriyle yetinilen Misâk-ı Millî metninin ciddîce tahrip edilmiş olduğudur.

Önce TBMM yayınınından bu maddeyi 1920’de kabul edildiği hâliyle vereyim:

“Birinci Madde

Devlet-i Osmaniye’nin münhasıran Arap ekseriyetiyle meskûn olup 30 Teşrinievvel 1918 tarihli mütarekenin hîn-i akdinde muhasım orduların işgali altında kalan aksamının mukadderatı, ahalisinin serbestçe beyan edecekleri ârâya tevfikan tayin edilmek lazım geleceğinden, mezkûr hatt-ı mütareke dahil ve haricinde dinen, irfânen, emelen müttehit ve yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedakarlık hissiyatıyla meşhun ve hukuk-ı ırkıye ve ictimaiyeleriyle şerâit-i muhitiyelerine tamamıyla riayetkâr, Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskun bulunan aksamın heyet-i mecmuası hakikaten veya hükmen hiçbir sebeple tefrik kabul etmez bir külldür.”

TBMM yayını, hangi akla hizmettir bilinmez, kendi yayınladığı metni çevirmek yerine, başka bir yerden alarak yeni Türkçesini verdiği için bir özetleme yapsam daha iyi olacak: Osmanlı devletinde tamamen Arap çoğunluğun yaşadığı ve mütarekenin imzalandığı zaman düşman ordularının işgali altında bulunan kısımlarının kaderi, ahalisinin oylarıyla belirlenecektir. Burada da hiçbir karışıklık yok, bir Osmanlı toprağı hem Arap çoğunluğuna sahipse hem de İtilaf Devletleri’nin işgali altındaysa kendi kaderini tayin ediyor.

Sonrasında söylenen de şöyle: Mütareke çizgisinin içinde ve dışında bulunan, birbirlerine din, kültür ve ülkü açılarından bağlı olan, birbirlerinin sosyal ve etnik haklarına ve çevre koşullarına tamamen saygı gösteren Osmanlı İslâm çoğunluğuna sahip yerlerin hepsi, hiçbir şekilde ayrılma kabul etmeyen bir bütündür. Burada biraz yoruma gerek var. Bir yer Arap çoğunluğuna sahip olsa da eğer İtilaf’ın işgali altında değilse Osmanlı’dan ayrılması söz konusu olmayacaktır. Öte yandan bir yerde Arap çoğunluğu yoksa fakat işgal altındaysa ayrılması yine söz konusu olmayacaktır. Başka bir deyişle, mümkün olduğu kadar yeri kurtarmak isteyen Osmanlı mebusları, bir durumda Arap olmayan Müslümanları, diğerinde ise mütarake hattını dikkate almıştır. Kısaca, mütareke hattının içinde kalan Arapların yaşadığı yerler de, dışında kalan gayr-ı Arap Müslümanların yaşadığı yerler de Osmanlı kalacaktı. Sadece işgal altındaki Arap çoğunluğun kendi kaderlerini tayin edeceklerini ve isterlerse Osmanlı’dan ayrılabileceğini kabul edilmişti.

Ankara’daki millî hareketin önderlerinin böyle bir maddeye kafalarının daha o gün yatmadığını gösteren bazı işaretler vardır. Mebuslardan Rıza Nur, hatıralarında, “Bir encümen teşekkül etti. Misâk-ı Millî’yi yaptı (…) Rauf ve Mecdi Suriye’yi de millî hududa dâhil etmek istediler. Ben şiddetle itiraz ettim. ‘Bunlar Türk değil, bırakın! Bize belâ olmaktan başka şeyleri yok’ dedim. Onlar hâlâ müslümanlık zihniyetinde idiler. Uğraşa uğraşa vazgeçirttim” diyor. Misâk-ı Millî’de ne ülkeler- bölgeler temelinde çizilen bir millî hudut ne de, daha da önemlisi, “Türk” vurgusu vardır, sadece Osmanlı İslam çoğunluktan söz eder ama Rıza Nur’un bu hissiyatında yalnız olmadığını, Misâk-ı Millî’nin Cumhuriyet dönemi tarihyazıcılığında nasıl anlatıldığına ve resmî tarih kitaplarında yapılan metin tahrifatına bakarak çıkarsayabiliriz.

Şöyle ki, bu kitaplarda, “hatt-ı mütareke dâhilinde dinen, ırken ve aslen müttehit” ahalinin yaşadığı yerlerin bölünmez bir bütün olduğu ifadesi geçmektedir. Resmî tarih, Millî hareketin önceki beyannamelerinin etkisiyle ve belki de, mütareke hattının, Türk olan ve olmayan nüfus ayrımıyla çakıştığı yolundaki gizil veya yarı-gizil varsayımlar neticesinde olsa gerek, belgenin orijinalinde olan “hatt-ı mütareke dâhil ve haricinde” ifadesini değiştirmiş ve “rasyonalize” etmiş görünüyor. Buna göre, Misak-ı Millî sınırları denince Mondros Mütarekesi sınırının içinde kalan yerleri anlayıp, ona göre yorum yapıyoruz. Bir anlamda Mondros Mütarekesi’nin somut sınırları, Misâk-ı Millî’nin hiçbir zaman çizilmeyen ve muğlâk bırakılan sınırlarını ikame etmiş oluyor. Bu sınırların içinde kalan halkın dinen, ırken ve aslen birleşmiş olduğu yolundaki ifadelerin de bilinçli bir tahrifat sonucu olup olmadığını ise bilemiyorum. Buradan devam edelim.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.