Kırklareli Üniversitesi Pazarlama ve Reklamcılık Bölümü Öğretim Görevlisi Kadir Metin Akbaş “İnsanlık ailesi olarak pandemide travma yaşadığımızı gözden kaçırıyoruz. Bu travmanın sonuçlarını ilerleyen yıllarda daha net göreceğiz” diyor.
İlk zamanlar, “kimler hasta oluyor acaba?” diye merak ettiğimiz, ama şimdilerde akrabalarımızdan hatta aile üyelerimizden “pozitif” olanların haberlerini aldığımız salgın günleri her birimizin üzerinde derin izler bırakarak ilerliyor. Gelişiyle birlikte, bizi afallatan olaylar zincirinden kurtulamadığımız 2020 yılına veda etmeye hazırlandığımız şu günlerde salgının, dünyamızı daha ne kadar etkileyeceği meçhul. Oysa karantina günlerinin başladığı Mart ayında, her şeyin kısa süreceğine dair bir his vardı içimizde. Her ne kadar aşı çalışmaları tüm hızıyla sürse de, Covid-19’dan tamamen kurtulacağımıza dair his, şimdilerde azalmış durumda.
Ülkemizde karantina günlerinin başladığı Mart ayında, hepimiz bu deneyimin neye tekabül ettiğini bilmiyorduk. Bilimkurgu filmlerinden aşina olduğumuz “virüs” ve “karantina” olgusunun birebir hayatımıza dâhil olması, bize fazlasıyla acemilik yaşattı. Neyi nasıl yapacağımızı kestiremiyor, neye nasıl karar vereceğimizi şaşırıyorduk. O günlerdeki acemilikten şimdilerde iz yok, hatta geride bize ne kaldığını da bilmiyoruz.
Karantinanın ilk günlerinde yaşananlar, ilerleyen zamanlarda büyük ihtimalle ya efsaneleşecek ya da hepten unutulacak. Ancak, o ilginç günlerin unutulmasını istemeyenler, tarihe not düşmeyi ihmal etmedi. Karantina günlerinde yaşananları kayıt altına almak için e-posta üzerinden birbirleriyle yazışıp sohbet eden, her ikisi de sosyolog ve yazar, Fatma Barbarosoğlu ile Nazife Şişman’ın bu yazışmaları, İnsan Yayınları tarafından kitaplaştırıldı.
“Karantina günlerinde evin e-hali” adıyla yayımlanan kitap, yaşananları anlamaya/ anlamlandırmaya çalışan iki insanın, salgın nedeniyle evlere kapanmak zorunda kalanların ne yaşadığına dair ilgi çekici konuşmalarından, tespitlerinden oluşuyor.
***
“Hayat eve sığar, evde hayat var, evde kal Türkiye” sloganlarıyla başlayan karantina günlerinde, ev olgusunun bizim için ne anlam ifade ettiğini uzun uzun düşünme fırsatımız oldu. Hepimiz evlerimizde yaşıyorduk ama karantina günlerinde evimizi daha bir yakından tanıma şansına sahip olduk. O günlerden itibaren, evde kalmakla evde kalamamak, bir anlamda yeni bir sınıf farkını da gözler önüne sermiş oldu.
Bu durumu; “Evde kalmak, mesleğini evden sürdürebilmek, yeni bir ayrıcalık olarak ortaya çıktı” diye açıklayan Fatma Barbaraosoğlu, evde kalanlar aktif tüketici kimliğini terk etmesin diye bütün şartların hızla düzenlendiğine; eğlence, eğitim ve alışverişin eve taşındığına ve böylece evlerin geleneksel anlamda “yuva” kimliğinden uzaklaşırken, “evin e-hali” dönemine geçilmiş olduğuna dikkati çekiyor.
Ev, hepimiz için sıcak bir yuva kimliği taşısa da, karantina günlerinde evin bu özelliğinin herkes için eşit şekilde iş görmediğine şahitlik ettik. “Hayat, evde kalanlar, yani ‘içeridekiler’ için nasıl daha cazip hale getirilebilir diye bütün gezegen seferber oldu.
Görünür ile görünmeyenin yeri değişti. Görünmez olan, yaşadıkları riskler parantez içine alınanlar dışarıdakilerdi. Dışarıdakiler, ‘evde kalanlar’ hayatlarını risk almadan sürdürebilsin diye dışarıda kalırken, onların dışarıdan eve, kendi ailelerine taşıdıkları risk kamuoyunu pek de ilgilendirmedi.” (s.20)
Sağlık çalışanları başta olmak üzere, hizmet sektöründe (market, kargo vb) çalışanlar, dar gelirli işçiler, emeğini günlük olarak kazanmak zorunda olanlar evde kalamadı. Çünkü birileri hayatına eksiksiz şekilde devam ederken, onların mutlaka işlerinin başında olması gerekiyordu. “İlk günler ‘Koronavirüs gezegendeki hayatı eşitledi’ başlıklı haberler yapıldı.
Hayır, koronavirüs hayatın eşitsizliğini, katlanılmazlığını tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Ama insanlar bunu görmesin, idrak edemesin diye yas günleri ‘evde eğlence’ etiketiyle perdelendi.” (s.21) Karantina günlerinin ilk zamanlarında “tuzu kuru olanlar” heyecanlarını sosyal medya üzerinden paylaşmaktan geri kalmadılar. Nasıl olsa virüse maruz kalanlar başkalarıydı, nasıl olsa geçinmek için dışarıda olmaları gerekmiyordu, nasıl olsa evde kalırken tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecek imkânlara sahiptiler.
Ama bu ayrıcalık herkes için geçerli değildi ne yazık ki… İnsanlar arasındaki ekonomik/ sosyal eşitsizlik, gözle görülmesi imkânsız bir virüs tarafından, bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu. Nazife Şişman’a göre de evde kalma lüksü olanlarla dışarıda çalışmak zorunda kalanlar arasındaki sınıfsal fark, karantina günlerinde trajik bir hâl aldı.
Evin içi ve dışı arasındaki sınır hem keskinleşti hem de internetin sağladığı imkânlarla bu sınırın geçişkenliği arttı.
Covid-19, yalnızca ekonomik anlamdaki eşitsizliği ortaya çıkarmakla kalmadı, “genç” ve “yaşlı” kavramlarına bakış açısını da değiştirdi. Özellikle, “65 yaş ve üzeri” deyimi, hayatımıza “yeni normalin önemli bir söylemi” olarak dâhil oldu.
Uygulanan yasaklardan ilk olarak bu yaş kategorisinde olanlar etkilendi. Rutin olarak dışarı çıkan, parkta bahçede yaşıtlarıyla oturup sohbet eden, vakit namazları için mahalle camiine gidip öncesinde ve sonrasında cami arkadaşlarıyla sosyalleşen, günlerde bir araya gelen, aile hekimlerine gittiğinde oradaki yaşıtlarıyla “kronik hastalık” sohbeti yapan bu yaş kategorisindekiler, salgının ilk zamanlarından itibaren hastalığın kaynağıymış gibi görüldüler.
“Yaş ayrımcılığı” olarak da adlandırılan bu durum, virüse karşı savunmasız olan ihtiyarları, üstüne bir de gençlerin yersiz mizahına maruz bıraktı. Zorla toplumun dışına çıkarılan, evlerinde kalmaları mecbur tutulan yaşlıların bu sırada ne yaşadığı, ne düşündüğü, ne hissettiği çok da önemsenmedi.
Bu durumu, “yaşlı kadın yalnızlığı ile yaşlı erkek yalnızlığı birbirinden çok farklı” sözleriyle değerlendiren Barbarosoğlu, önemli bir tespitte bulunuyor: “Yalnız yaşayan yaşlı kadınlar kendi yağı ile kavrulabiliyor, kendi kendini meşgul edebiliyor. Eşi hayatta olan yaşlı kadınların evinin işi hiç bitmezken, yaşlı erkekler meşguliyet sıkıntısı çekiyor.
‘Tipik Türk erkeği,’ ailesi ile iletişim kuran biri değil zaten. Aile bireyleri iletişim kurmak yerine ekonomik olarak onun desteğini alıp psikolojik olarak da ‘he he baba’ söylemi ile idare ediyor onu. Tipik Türk erkeği, yaşı kaç olursa olsun, ‘akran sosyalleşmesini’ aşamıyor. Kendisi ile baş başa kalamıyor.” (s.60)
***
Salgın döneminde birçok iş kolunda evden çalışmanın benimsenmesi, esnek çalışma düzenini, ev-ofis kaynaşmasını, mesai saatlerinin anlamsızlaşmasını ve beraberinde de telaş, yorgunluk, bıkkınlık ile “kesintisiz bir çalışma halini” ortaya çıkardı.
İlk zamanlar, yeni kullanmanın vermiş olduğu heyecanla etkisi çok da fark edilmeyen çevrimiçi toplantılar, paneller, sohbetler bir müddet sonra gece gündüz fark etmeksizin düzenlenen rutin bir tempoya dönüştü.
Instagram’da başlayan, Zoom’da devam eden, Youtube’da son bulan canlı yayınları takip etmekten bitap düştük. Dikkat dağıtıcı özellikleriyle tebarüz eden cep telefonu, tablet ve bilgisayarlar, bu yeni dönemde hayatımızın odak noktası haline geldi.
Özellikle uzaktan eğitime mecbur kalan çocuklar, bu dikkat dağıtıcı cihazların karşısında, dikkatlerini toplayıp derslere odaklanmakta zorlandılar. Bu paradoksu onlara anlatmak da süreci yönetmek de kolay olmadı. İnternet altyapısının henüz fiber optik düzeyinde olmadığı ülkemizde, bundan kaynaklanan teknik aksaklıklar da işin tuzu biberi oldu.
Evden çalışma düzeninde karı- koca çalışan ailelerde yükün çok büyük bir kısmı, yine kadının omuzlarına yüklendi. Erkekler, yine her zamanki gibi sadece “kendi işlerine” odaklanırken, kadınlar, evi çekip çevirmeye, yemeği, bulaşığı, çamaşırı ayarlamaya, kocalarının ve çocuklarının arkasını toplamaya ve tabi bu arada da “kendi işlerini” en iyi şekilde yapmaya mecbur kaldılar.
Evde sorumluluk paylaşımı yeterli oranda yapılamayınca, süreç, kadını daha da yordu. Nazife Şişman, bu ruh halini; “Evde kal sürecinde akademisyeninden muhasebecisine, gazetecisinden şirket danışmanına beyaz yakalı kadınlar, işe gitmenin daha az yorucu olduğu noktasına geldiler” sözleriyle anlatıyor. (s.123)
***
İnsanlık ailesi olarak pandemi sürecinde psikolojik, ekonomik ve teknolojik anlamda bir travma yaşadığımızı çoğu zaman gözden kaçırıyoruz. Bu travmanın sonuçlarını ilerleyen yıllarda daha net göreceğiz. Fatma Barbarosoğlu ile Nazife Şişman’ın bu çalışması, hem sosyolog hem de kadın kimlikleriyle, bu süreçte neler yaşadığımızı içeriden bir gözle aktarmaları bakımından önemli bir çalışma olarak duruyor önümüzde.
Varsıllarla yoksullar arasındaki, erkeklerle kadınlar arasındaki, gençlerle yaşlılar arasındaki, yalnızlarla kalabalıklar arsındaki farka ve çatışmaya dikkati çekiyorlar. Tam bir yıl önce bugünlerde Çin’de ortaya çıkan ve tüm dünyayı etkisi altına alan pandemi, hepimize çok şey öğretti.
Hayatın faniliğini, evimizin kıymetini, sevdiklerimize sarılıp onlarla uzun uzun sohbet etmenin paha biçilemez olduğunu yaşayarak öğrendik. Bakalım daha neler öğreneceğiz…