Siyasal İletişim Uzmanı M. Bahadırhan Dinçaslan “Sembolik etnisite, basitçe, gerçek bir etnisite gibi belirleyici olmayan, ancak ikonlar yoluyla aidiyet kuran bir yeni kimlik şekli” değerlendirmesinde bulunuyor.
M. BAHADIRHAN DİNÇASLAN YAZDI
En “doğru” ekonomik model hangisidir? Ya da “en faydalı” diye mi sormalı? Ben “birden fazla ekonomik model mümkün müdür?” diye de sorabilirim: Sosyalizm bir ekonomik model oluşturmuyor demek mümkün.
İskender Öksüz’ün ‘Millet ve Milliyetçilik’ kitabından alıntılamayı çok sevdiğim bir bölüm var. 1952’de, İsmail Hami Danışmend’in evinde Nihal Atsız, Yılmaz Öztuna ve Sait Bilgiç sohbet ediyorlar. Atsız, liberal kapitalizmin İngiltere’yi “güneş batmayan bir imparatorluk” yapan sistem olup olmadığını soruyor. Evet cevabı alınca, “O halde biz de liberal kapitalist olmalıyız” mealinde bir laf ediyor. İskender Öksüz’ün Öztuna’dan aktardığına göre, bu hususta fikir birliğine varıyorlar. Atsız’ın bu tavrı faydacıdır. Ekonomi bir bilimse ve kendine has dinamikleri varsa, zaten, “milliyetçi ekonomi” dememiz mümkün değildir. Öyle ya, yine Öksüz’ün deyimiyle milliyetçi fizik, milliyetçi matematik olmuyorsa, milliyetçi ekonomi de olmaz.
Öyleyse milliyetçiliğin cevabını arayacağı soru, Atsız gibi “hangisi millet için faydalıdır?” sorusudur. Aynı zamanda, milletin azaları milletten ayrı düşünülemeyeceğinden, hangisi bireyler için faydalı sorusunu da sormak gerekir. Şahsi kanaatim, serbest piyasanın millet ve bireyler için faydalı ve hayırlı olduğu yönünde. Elbette sosyalizmin iddialarını bir makaleyle çürütmek imkan dahilinde değil, ancak bu kanaatimin hakikat olduğu ön kabulüyle hareket etsek dahi, kapitalizme dair belli hususları ele almak gerekir. Sovyetler Birliği’nin uzaya -hatta Amerika’dan önce- çıkabilecek teknolojisinin olması, ancak insanın, bireyin hayatını kolaylaştıracak alanlarda geri olması, rekabetin öneminin altını çiziyor. Devletler arası rekabet, büyük teknolojilerin gelişmesini tetiklerken, iç pazarda böyle bir mekanizmanın olmaması yozlaşma ve yoksunluk doğuruyor. Milliyetçilik eğer faşizan yönetimler gibi kolektifçi değilse, son tahlilde meçhul ve muğlak bir “millet”in “yüksek bekası”nı değil de, millet halinde örgütlenmenin avantajlarıyla yaşayan ancak fert olma özelliğini de yitirmeyen “bireyin refahı”nı odağına alıyorsa, zaten sosyalist olamayacaktır. Pekala, serbest piyasacı olacaksak (kapitalizm basitçe budur, ancak sosyalist saldırı o kadar yaygın kabul görüyor ki, kapitalizm deyince akşam yemeğinde adam yiyen çirkin yaratıklar düşlüyoruz) nasıl olacağız?
KAPİTALİZME GİDEN YOL
Gökalp, “Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye/sanatına yol gösteren ilimle fen Türk’ündür” diyerek, arzu ettiği Türk Ülkesinin fabrikaların, tersanelerin, vapurların (…) Türklere ait olduğu bir yer olduğunu tarif ediyordu. Fakat bugün ülkemize yabancı yatırım çekmek için çaba harcıyoruz. Devasa şirketlerin ülkemizde fabrika açmaları, ekonomimize ve insanımıza fayda sağlıyor. Gökalp mi yanlış düşünüyordu? Biz mi hata yapıyoruz?
Görünen o ki, aynı demokrasi gibi, serbest piyasanın da işleyebilmesi için belli koşulların oluşması gerekir ve her ne kadar “kapitalizm en doğrusudur” desek de, “ekonominin nihai hedefi” olan kapitalizme ulaşmak için geçilecek yolda, belli tedbirler uygulanmalıdır. 1920’ler ve 30’lar Türkiyesinde devletin aktör olup yatırım yapmadığı, daha merkezi bir planlama uygulamadığı senaryoda kalkınma mümkün değildi; fakat sözgelimi Atatürk döneminde yapılan her şeyi ululayan “kemalizm”, bu modelin ancak ve ancak piyasanın oluşabilmesi için bir öncül olduğunu unutur. Hedef burjuvazinin teşkil etmesi ve piyasanın oluşmasıydı, nitekim öyle de oldu. (Bugün Türkiye’deki piyasa ne kadar sağlıklıdır, başka bir yazının konusu olsun.)
Türkiye’ye benzeyen bir diğer devlet, İrlanda. Kolektifçi, dolayısıyla solcu denebilecek -zaruret diyebiliriz- bir örgütün merkezinde olduğu bağımsızlık mücadelesinden sonra, ülke uzun bir süre boyunca dışa kapalı, tarım kooperatiflerine yönelmiş, geri kalmış bir ekonomi görüntüsü arz ediyordu. Fakat Thomas K. Whitaker döneminde başlayan “liberalizasyon” İrlanda’nın kaderini değiştirdi. Bugün ekonomik büyüme ve yatırım çekme açısından İrlanda AB üyelerine kıyasla çok daha olumlu bir manzara arz ediyor. Birçok istatistik kalemine göre diğer Avrupa ülkelerinden daha iyi durumdalar. Demek, Atatürk döneminde uygulanan tedbirler, kooperatizm ve sair uygulamalar, ancak kalkınmada ve endüstriyel atılımda geç kalmış ülkelerin, diğerlerini yakalamaya çalışırken aldıkları tedbirlerden ibarettir. Üretim araçlarının özel mülkiyet olabileceğini kabul ettiğiniz andan itibaren gideceğiniz yer kapitalizmdir; kapitalizmin işleyişinin kusurlu ya da faydalı olması da, ülkenizdeki karar vericilerin (ve Röpke’ye göre ülkenizdeki ahlakın) belirleyiciliğindedir. Fakat bununla bitmiyor. Başka ülkeler varken, bir ülkenin kendi içinde dört başı mamur, olması gerektiği gibi refahı, teknolojiyi, sanatı tetikleyen bir serbest piyasa işletmesi ne kadar mümkün? Yahut şöyle sormak lazım: Piyasa ne kadar serbest olmalı? Çin malları ülkenize ucuza giriyorsa, ülkenizin ekonomik dengelerini alt üst ediyorsa, piyasanın serbestliğine gönül verdiğiniz için bırakınız yapsınlar mı demelisiniz?
DAVOS ADAMI
Amerikalılar ne zaman Amerikalı oldular? Pek sevdiğim Amerikan İç Savaşı propaganda şarkısı “Jine the Cavalry”de, örneğin, “the big fat Dutch gals hand around the breadium” ifadesi geçtiğine göre, o dönemde (1860’lar) dahi tam anlamıyla bir katışma ve Amerikan kimliği teşekkül etmemiştir diyebilir miyiz? Hollanda kökenli yerleşimcilerin Hollandalı oldukları diğer Amerikalılar tarafından hatırlanıyorsa, evet. Fakat nihayetinde “Amerikan” milleti teşekkül etmiştir, teşekkül ediş hikayesi farklı ve tuhaf olduğu için “Amerikan diye bir millet yoktur” dense de, böyle bir millet vardır.
Samuel Huntington, Amerika’nın kimliğini irdelediği Who Are We? eserinde, bir “milliyetsizleştirme” tehlikesi ve sürecinden bahseder. Amerika, İngiliz ve Protestan bir çekirdek etrafında geliştiği için “Amerikadır” ve Katolik Meksikalılar Huntington’a göre “Amerika’yı Amerika yapan” temellere karşı bir tehdit oluştururlar. Meksikalılardan daha büyük bir tehdit varsa, o da “Davos Adamları”dır, küresel şirketlerin enternasyonel kimlikli yöneticileri; sermaye elitleri.
Protestanlığın bireyciliğini ve serbest piyasayı, hür teşebbüsü öven Huntington, ilginç bir şekilde “milliyetsiz küresel”e karşı çıkıyor. (Birçok hususta siyaseti Huntington’un görüşleriyle örtüşen Trump’ın “Ben milliyetçiyim, tamam mı? Milliyetçiyim. Kullanın şu lafı” demesi de ilgi çekici değil mi?) Milliyetçiliğin kapitalizmle “ilişkisi” aslında burada başlıyor diyebiliriz. “İçeride” milliyetçilikle ekonominin bir ilişkisi yoktur, zira içerideki dengesizlikler ekonominin kendisiyle, hukukla ve politikayla çözülecektir. Ancak “dışarıda” böyle bir uygulama mümkün değil, avantajlı durumdaki ülkeler, diğer ülkeleri sonsuza dek aşağıda kalacak bir döngünün içine sokabilirler. Davos Adamları milletsizdir; üstelik milliyetsizleştirici etkileri vardır. Eğer milliyetçiliğin temel iddiası, “millet olmak medeni ve güzel yaşamanın ön şartıdır” doğruysa, buna karşı korumacı bir tavır, hem ekonominin düzgün işlemesini sağlayacak, hem de milletin çıkarlarını muhafaza edecektir. Ülke içinde devlet ve ahlak (yine Röpke) düzenleyicidir, ancak ülkelerarası düzlemde böyle bir düzenleme mekanizması yok, öyleyse ülkeyi koruyan bir ekonomik model, aynı zamanda ideal ve “olması gereken” kapitalist tavırdır. Davos Adamlarının “kazandığı” senaryo, tekelleşmeye doğru giden bir hikayedir, serbest piyasaya doğrudan tehdit oluşturur.
SEMBOLİK ETNİSİTE
Milliyetçiliğin kapitalizmle ilişkisi yalnızca bu zaviyeden değil elbette. Milletin ya da onu teşkil eden etno-sembollerin birer metaya dönüşmesi söz konusu; hatta milliyetçiliğin kendisinin.
Bir süre evvel ortaya attığım kavram, “Süper-Medeniyet” burada devreye giriyor. Süper medeniyet, “süper mertebede üstün” medeniyet değil, süper-ego gibi bir kavram. Buna göre, kültürlerüstü bir düzlem var, buna süper-medeniyet diyoruz; bu süper-medeniyet, küresel iletişim ağı sayesinde kültürlerarası iletişimin asıl haliyle gerçekleştiği “ortam”. Bazı kültürlerden sembol(gösterge) ithal ederken, bazılarına ihraç ediyor. Fakat bu ithal ve ihraç, sembolü olduğu gibi korumuyor, yeni bir şekle sokuyor. Amerikan kültürünün, İngiliz kültürünün motifleri Süper-Medeniyete bu kültürler tarafından ihraç edilirken, diğer ülkeler bu motifleri doğrudan bu ülkelerden değil, süper-medeniyetten ithal ediyorlar.
Herbert J. Gans’ın ortaya attığı “Sembolik Etnisite”yi en iyi anlatan hikayelerden biri, Ömer Seyfettin’in “Bir Kayışın Tesiri” öyküsü. Çerkes kayışı hediye edilince Çerkes olmaya karar veren bir adamı anlatır ve sonunda Ömer Seyfettin hayıflanır, “Biz Türklerin hariçten millettaş celbedecek bir kayışçığı bile olmadığını düşündüm.” Sembolik etnisite, basitçe, gerçek bir etnisite gibi belirleyici olmayan, ancak ikonlar yoluyla aidiyet kuran bir yeni kimlik şekli. Amerika’da Aziz Patrik gününü kutlayanların kaçı bir İrlandalı gibi yaşıyor, düşünüyor, konuşuyor? Diyebiliriz ki, sembolik etnisitede bir pazar ve “satın alma” da sözkonusu: Sevdiğiniz ikonları satın alıyor, kendinize sembolik bir etnisite yaratıyorsunuz. Süper-Medeniyete motif ihraç eden ülkelerin, siyasi, sosyal ve ekonomik güçleri artar. Hatta, sembolik etnisite fenomeni sayesinde, kendilerine “millettaş” dahi celbedebilirler. Öyleyse şimdi, “Kültür Endüstrisi”ni olumlu bir anlamda düşünüp, milliyetçilik kültür endüstrisi sayesinde etno-sembollerini başka milletlere satmaya çalışmalı mıdır sorusunu sormak lazım. Cevabı -bence- evet.