DEVA Partisi Hukuk ve Adalet Politikaları Başkanı Mustafa Yeneroğlu “ İstanbul Sözleşmesi hakkında dinimizden veya geleneklerden kaynaklanmayan kara propaganda niteliğindeki bakış açısı nesnel gerekçelere dayanmıyor” değerlendirmesinde bulunuyor.
İstanbul Sözleşmesi, 45 ülke ve Avrupa Birliği tarafından imzalanan, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve bununla mücadelede temel standartları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen uluslararası insan hakları sözleşmesidir.
Sözleşme kadına karşı şiddeti bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olarak tanımlayan, bağlayıcı nitelikte ilk uluslararası düzenlemedir. Kadın cinayetlerinin giderek arttığı ve devletin kadınları ve şiddet görenleri etkin şekilde koruyamadığı bir dönemde Cumhurbaşkanı tek taraflı beyanı ile bu sözleşmeden ayrılma kararı almıştır.
Kadın hakları konusunda büyük bir geri adım olan bu kararın arka planında farklı hesapların olduğunu öngörmek zor değildir. Çünkü kadın cinayetlerini konuşup, yaralarımızı sarmak için neler yapabileceğimizi tartıştığımız bir dönemde sözleşmeden ayrılan iktidarla sözleşmeyi 2011 yılında sessiz devrim olarak tanımlayan ve ilk onaylayan olmak için can atan aynı iktidardır. Oysa iktidar, şayet toplum değerlerine aykırıysa sözleşmeyi neden imzaladığını ve on yıl yürürlükte tuttuğunu hiçbirimize izah edememektedir.
Tüm hukuki tartışmalar bir yana sözleşme, aile yapımıza zarar veren, aile değerlerimizi zayıflatan, kadın cinayetlerini etkili bir şekilde engelleyemeyen ve eşcinselliği yayan bir araç olmakla suçlanmaktadır. Ancak bu iddialar, gerçeklikten uzak ve sözleşmenin okunmamasından ya da bilinçli olarak saptırılmasından kaynaklıdır. Çünkü sözleşme okunduğunda; geleneklerimize ya da dinimize yönelik bir saldırının olmadığı, aksine kadına yönelik yahut aile içi şiddetin önlenmesi için bütüncül bir sistemin oluşturulmak istendiği anlaşılacaktır.
Eşcinselliği yaygınlaştırmakta mıdır?
İstanbul Sözleşmesi, LGBTİ’lerden açıkça söz etmemesine rağmen, taraf devletlerce Sözleşme’de öngörülen şiddete karşı korumanın (cinsel yönelim dahil), hiçbir ayrıma yer vermeksizin herkese sağlanması gerektiğini öngördüğünden (m.4/3), LGBTİ bireyler de Sözleşme’nin sağladığı korumanın kapsamındadır. Zaten aksinin kabulü, yani herhangi bir insanın şiddete karşı korunmaması herhangi bir inanç veya gelenek tarafından da meşru gösterilemez.
Sözleşmenin eşcinsel evliliği meşrulaştırma gibi bir gündemi de tamamıyla uydurmadır. Medeni Kanun’un 185. maddesine göre; evlenmeyle eşler arasında evlilik birliği kurulmaktadır. Evlenme hakkı birbiriyle evlenme iradesi olan kadın ve erkeğe tanınmıştır. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesinin yahut da iç hukukumuzda eşcinsel evliliklerin meşru hale getirilmesi söz konusu olmadığı gibi bu iddialar kara propagandadan ibarettir.
Boşanmaların artmasına ve ailelerin dağılmasına mı sebep olmaktadır?
Aile birliğine zarar veren asıl olgu şiddettir. Sevgi ve saygı çerçevesinde hareket edilen bir ailenin gündemine söz konusu sözleşme zaten hiçbir zaman girmez. Fiziksel şiddetin, hakaret, aşağılama ve tehdidin yaşandığı bir aile ise zaten aile denilemeyecek bir duruma gelmiş ve sürdürülmesi imkansız bir birlikteliktir. İstanbul Sözleşmesi işte bu sorunlu aile yapılarında kendini koruma gücünden mahrum, kapının önüne konulduğu zaman gidecek hiçbir yeri ve kimsesi olmayan kadın ve çocuklara yönelik devletlerin çözüm üretmelerini talep etmektedir.
Öte yandan TÜİK’in 2001-2020 evlenme ve boşanma istatistiklerine bakıldığında 2001 yılında binde 1.41 olan “kaba boşanma hızı” 2010 yılında 1.62’dir. Aradaki yıllarda boşanma oranlarıyla izleyen yıllardaki boşanma oranlarında dalgalanmalar yaşansa da 2020 yılında da bu oran 1.62’dir. Türkiye’de evlenme yaşlarının artması, evlenme oranlarının azalması ve boşanma oranları arttığı ise toplumsal, ekonomik ve sosyolojik değişimler neden olmaktadır.
Kadının beyanı değil, şiddete uğradığını söyleyen mağdurun beyanı esas
Kamuoyunda tedbir kararları alınmasında kadının beyanının esas alınmasına ilişkin birtakım eleştiriler bulunmaktadır. Öncelikle kabul edilen beyan kadının değil, mağdurun beyanıdır. Şiddete uğramış yahut da uğradığını söyleyen mağdurun beyanının esas alınması, şiddet tehlikesinin önlenebilmesi için eskiden beri kabul edilen önemli bir ilkedir. Zaten bu ilkenin ilk dayanağı Sözleşme değil, Yargıtay kararlarıdır.
Öte yandan bu beyanın esas alınması mahkemenin nihai kararına dayanak alınması anlamına gelmemektedir. Bu beyan korunma talebiyle aile mahkemesine ya da kolluğa başvuran şiddete uğrama tehdidi altındaki mağdurdan, şiddetin uygulandığına dair bir delil istenmeksizin şiddeti önleme amacıyla acil tedbirlerin alınması ve uygulanması anlamına gelir. Yani tedbir kararında delil aranmaksızın beyan üzerine önleyici tedbirlere başvurulabilir. Bu düzenlemenin acil şekilde tedbir alınması gereken birçok kadının da hayatını kurtardığı unutulmamalıdır.
Dini hassasiyetlere zarar mı vermektedir?
Sözleşme ile ilişkin diğer bir olumsuz görüş, Sözleşmenin 12. maddesinin 5. fıkrasında geçen “Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir.” ibaresinde geçen “din” ve “gelenek“ ifadelerinin ‘hassasiyetlerimize’ zarar verdiğidir.
Ancak madde, genel olarak sayılan değerlerin bahane edilerek hiçbir şart ve koşulda şiddeti teşvik etmesine devletlerin izin vermemesini sağlamayı amaçlamaktadır. Örneğin sözleşme ile yasaklanan “zorunlu kürtaj, kadın sünneti, zorla kısırlaştırma” gibi şiddet türlerinin ve diğer şiddet eylemlerinin kültür, töre ya da din gerekçe gösterilerek şiddete dayanak tutulmamasını engellenmek istenmektedir. Dolayısıyla sözleşme dini ve milli değerlerimize karşı herhangi bir tehdit içermemekte, sadece bu değerlerin gerekçe gösterilerek şiddet uygulanmasına karşı çıkmaktadır.
Dayatma niteliğinde olan zorunlu arabuluculuğu yasaklamaktadır
Sözleşme’nin 48. maddesi ile zorunlu arabuluculuk ve uzlaşma uygulaması yasaklanmıştır. Öncelikle arabuluculuk uygulaması birçok hukuki anlaşmazlık sürecinde önemli sonuçlar doğuran bir uygulamadır. Ancak şiddet olayları ve sonrasında yaşanan dava süreçlerine zorunlu arabuluculuk uygulanması doğru değildir. Çünkü taraflardan birinin şiddet gördüğü yahut da gördüğünü iddia ettiği bu olaylarda devlet eliyle arabuluculuk dayatılması mağduru çok daha zor bir duruma sokar.
Devletin bu süreçlerde arabuluculuk yapmasından çok asıl görevi şiddet göreni korumak, şiddet uygulayana psikolojik destek süreçleri sağlamak ve her ikisini de topluma tekrar kazandırılması için politikalar üretilmektir. Devlet tarafından uzlaştırılan yahut da evine dönmek zorunda bırakılan kadınların ilerleyen dönemde şiddetin tekrarlaması halinde devlete sığınamayacağı unutulmamalıdır.
Sözleşme kadınları şiddete karşı koruyamamakta mıdır?
Kadına yönelik şiddet salt hukukla çözülemeyecek toplumsal politikalarla özellikle eğitimle desteklenmesi, bir bütün olarak çözüm üretilmesi gereken bir konudur. Kanun’un hazırlanması sırasında Sözleşme’nin devlete yüklediği yükümlülüklerin bir kısmını dikkate almayan Türkiye, kanunda olan önemli bazı yükümlülükleri dahi halen yerine getirmemektedir. Devletin yaklaşımındaki eksiklikler kanunların hassasiyetle uygulanamamasına sebep olmaktadır.
Yargı bakımından fail kollayıcı tutumlar ve faillere takdiri indirimler ile kolluk bakımından şiddeti önleme konusunda özensizlikler yapısal en büyük eksikliklerdir. 6284 sayılı Kanun polislere şiddet mağduru kadınların korunmasında çok fazla sorumluluk yüklemesine rağmen polislerin kadına şiddeti “aile içi mesele” olarak görmesi yahut eşleri uzlaştırma adı altında kadının şikayetini ciddiye almamaları nedeniyle sözleşme ve kanun henüz tam anlamıyla uygulanamamaktadır.
Kadınlar doğrudan şiddete maruz kalırken onları koruyarak tedbir kararı almak, kararın uygulanmasını sağlamak ve bütüncül politikalar üretmek devletin asli yükümlülüğüdür. Sözleşmenin uygulamasını denetleyen bağımsız GREVIO Komisyonu’nun 2018 yılı Türkiye Raporu Türkiye’nin yükümlülüklerini yerine getirmediğini ayrıntılı şekilde belirtmektedir.
Sonuç olarak, İstanbul Sözleşmesi kadına karşı şiddet ve aile içi şiddeti önlemeye yönelik hedeflerin hayata geçirilmesinde, taraf devletlerin kendi toplumsal iç dinamiklerini dikkate alarak somut mekanizmalar kurmasını gerektirmektedir. Sözleşmenin önlemeye çalıştığı kadına karşı şiddetin, kadın cinayetlerinin, cinsel saldırı ve cinsel tacizlerin, kadın sünnetinin, zorla evlendirmenin ve benzeri fiillerin İslam’da veya milli geleneklerimizde yasaklandığı şüphesizdir.
Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi hakkında dinimizden veya geleneklerden kaynaklanmayan kara propaganda niteliğindeki bakış açısı nesnel gerekçelere dayanmamaktadır. Bu nedenlerle kendi iç düzenlemelerimizden kaynaklanan uygulamadaki bazı sorunlar nedeniyle yerinde düzenlemeler içeren İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması tarihi hata olmuştur.