İBB’ye bağlı İstanbul Planlama Ajansı, hem araştırmaları hem de verileriyle İstanbul’un ve Türkiye'nin sosyal, ekonomik ve çevresel sorunlarına çözüm önerileri sunuyor. KARAR’a konuşan İPA Başkanı Buğra Gökçe, İstanbul’un bazı işlevlerini şehir dışına taşıyacaklarını ve böylece ülke genelinde daha etkili bir hizmet sunmayı amaçladıklarını anlattı.
SEMA KIZILARSLAN
İstanbul Planlama Ajansı (İPA) Başkanı Buğra Gökçe ile yaptığımız röportajda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 2019’daki iktidar değişimi sonrası izlediği sosyal belediyecilik anlayışının halk üzerindeki etkilerini ve kamu kaynaklarının daha adil bir şekilde kullanılmasına yönelik stratejilerini konuştuk.
Gökçe, İmamoğlu’nun liderliğindeki yeni dönemin, önceki yönetimlerin dönemine son vererek, haksız tahsislere ve ayrımcılığa dayalı uygulamaların sona erdiği bir süreç olduğunu vurguladı.
Ayrıca, İstanbul’un karşı karşıya olduğu ağır ekonomik krizin yarattığı zorluklara da değinen Gökçe, yaşam maliyetinin asgari ücretin dört katına kadar çıktığını belirtti. Bu bağlamda, İPA’nın hazırladığı raporlarla, sosyal hizmetlerin kapsamını genişleterek, yoksulluk, barınma ve gıda gibi konularda halka sunulacak desteklerin artırılacağını vurguladı.
İPA’nın Florya’daki kampüsünde gerçekleştirdiğimiz söyleşinin tamamı şöyle:
-İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde yaşanan iktidar değişikliğiyle birlikte kamu kaynaklarının daha adil kullanılması hedeflendi. Bu bağlamda, Ekrem İmamoğlu’nun sosyal belediyecilik anlayışının halkın ihtiyaçlarına yönelik etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Özellikle, bu değişimlerin sürdürülebilirliği ve geleceği hakkında neler bekliyorsunuz?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde 2019'da yaşanan iktidar değişiminin büyük bir devrim olduğunu düşünüyorum. Bu devrimin en önemli boyutu, kamu kaynaklarının kimin yararına kullanılacağının değişmesidir. 2019'da da ifade edildiği gibi, vakıflara, derneklere, kişilere ve kuruluşlara iltimas sağlanan, birilerinin menfaatine çalışan dönem sona ermiştir. Artık vakıflara, onların mülklerine, arsalara, konutlara, iş yerlerine, villalara, meydanlara ve parklara haksız tahsislerin yapıldığı, düşük kiralarla işletmelerin uzun süreli verildiği ve birilerinin bu kentin toprakları üzerinden zenginleşmesine izin verilen süreçler sona ermiştir.
Şu an içinde bulunduğumuz kampüse bakın Sema Hanım. Bu odaya bakın. Burası birinin lojmanı mı olsun? Bu kampüs birilerinin zevk ve sefa içinde vakit geçirdiği, açılır kapanır bir havuzun bulunan bir yer mi olsun? Yoksa bu villalarda belediyenin çalışanları ve uzmanları oturup fikirler ve raporlar mı üretsin? O havuz, bir amfi olarak düzenlenip bilimsel toplantılara, fikir geliştirme etkinliklerine mi ev sahipliği yapsın? Ya da buraya bir kütüphane yapılsın, böylece kimsenin giremediği bu mekan biraz kamusallaşıp, gençlerin ve üniversite öğrencilerinin ders çalışabileceği, geleceğe hazırlanabileceği bir yer mi olsun?
"MİLLETİN PARASINI MİLLETE VERİYORUZ"
Yani, bu alan birilerinin şahsi evi mi olacak yoksa bir bilgi evi mi? Zevk ve sefa için mi kullanılacak, yoksa bilgi üretimi için mi? İşte, aradaki yaklaşım farkı budur.
Mesela bu kentin kaynaklarıyla çocukların evine süt ulaşıyor. Eskiden, İBB burslarıyla sadece 30-34 kişilik gruplar Amerika’ya eğitim için gönderilirdi. Ancak şimdi, bu kaynaklarla 100 bin öğrenciye 15 bin lira burs veriliyor. Ayrıca, kim olduğuna bakılmaksızın, sadece ihtiyaç sahibi olması önceliğiyle, bu kentin kızları okula gidiyorsa 3 bin lira okul başlangıç yardımı veriliyor.
Ekrem Başkan’ın dediği gibi, milletin parasını millete veriyoruz. Yandaşlara, eşe, dosta değil. İşe alımda bile, "O bizim hemşerimiz, o bizim yandaşımız" denmiyor.
-Son genel seçimlerde seçmenlerin oy verme davranışlarında güvenlik kaygılarının ön planda olduğunu gördük. Bu anlamda Ekrem İmamoğlu'nun sosyal belediyecilik anlayışının gerçek etkisine dair çalışmalarınız var mı?
Yerel seçimlere baktığınızda, insanların aldığı hizmetin kalitesi ve yaşam standartlarının yükseltilmesi gibi unsurların daha belirleyici olduğu söylenebilir, evet.
Seçmen, hayatına dokunan ve yaşam kalitesini artıran kişilere yöneliyor. Ancak 2023 seçimlerinde ülke genelinde farklı kaygılar öne çıktı ve kimin yöneteceği sorusu bu çerçevede değerlendirildi. Seçimlerde, "Bunlar PKK ile işbirliği yapıyor" gibi iftiralar ortaya atıldı. Hatırlarsanız, Davutoğlu'nun başbakanlığı döneminde de benzer bir durum yaşanmıştı. 7 Haziran ile 1 Kasım seçimleri arasında bir istikrar arayışı söz konusuydu. O dönemde bombalar patladı, insanlar hayatını kaybetti ve güvenlik kaygıları nedeniyle "İstikrar devam etsin" düşüncesi öne çıktı. Genel seçimlerdeki seçmen davranışları, yerel seçimlerdeki tutumla birebir örtüşmüyor.
Ekrem Bey'in İstanbul halkını kucaklayan yaklaşımı ise büyük bir teveccüh gördü. Her seçimde bu teveccühün daha da büyüyeceğine inanıyorum. Halk, duygularına dokunan, hayatını kolaylaştıran ve yaşam kalitesini artıran her şeye olumlu yanıt veriyor.
Kamu kaynaklarıyla üretilen hizmetlerin geri dönüşü de olumlu karşılanıyor. Ancak genel seçimlerdeki seçmen davranışlarının farklı olduğunu gözlemliyoruz. Bu tespit, yalnızca benim şahsi görüşüm değil; bilimsel bir veriye dayalı. Biz bu tarz araştırmaları yapmıyoruz, ancak bu konuda araştırmalar yapan kurumlarla iş birliği yapıyoruz. Reform Enstitüsü gibi kuruluşlarla ortak çalışmalar yürütüyoruz.
“TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN EN AĞIR EKONOMİK KRİZLERİNDEN BİRİNİ YAŞIYORUZ”
-İstanbul Planlama Ajansı'nın (IPA) gelecekteki projeleri ve mevcut çalışmaları neler? Özellikle, şehir planlaması, sosyal hizmetler ve ekonomik kalkınma gibi alanlarda hangi stratejilerin geliştirileceğini ve bu süreçlerin halk üzerindeki olası etkilerini nasıl görüyorsunuz? IPA'nın İstanbul'un geleceğini şekillendirme konusundaki rolünü ne?
Burada liyakate dayalı ve bağımsız çalışan komisyonlar süreci yürütüyor. Geçmiş 20-25 yılda ne yapıldıysa, bunların doğruları ve yanlışları analiz ediliyor. Önceki dönemde görevde olan bazı arkadaşlarımız da burada çalışmaya devam ediyor. Kim olduğuna bakılmaksızın, liyakata göre kararlar alınmaya çalışılıyor.
Ağırlaşan yoksulluk, barınma, gıda, konut, vergi, şeffaflık ve israf gibi konularla ilgili düzenli raporlar hazırlıyoruz. İstanbul'da yaşam maliyetinin nereye geldiğini gösteren aylık barometreler yayınlıyoruz. Son 4 yılda İstanbul'da yaşam maliyeti yüzde 921 oranında artmış. Asgari ücretle karşılaştırıldığında, daha önce yaşam maliyeti asgari ücretin 3 katıymış; şimdi ise 4 katına çıkmış durumda. Yıl sonuna kadar bu oran 4.5 katına çıkacak.
Neden mi? Çünkü asgari ücret 17.202 lira olacak, ancak yaşam maliyeti şu anda 71.000 lira ve yıl sonuna kadar 75.000 liraya ulaşacağı tahmin ediliyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde asgari ücretin dört buçuk katı kadar yaşam maliyeti hiç olmamıştı.
Bu durumda, belediyecilik hizmetlerinin önemi daha da artıyor. Eşitleyici politikalarla o çocuğun okul masrafına, bir başkasının bursuna, bir diğerinin yurt giderlerine destek olmak, yeni doğan çocuklara paket göndermek gibi hizmetler sunuluyor.
"YAŞAM MALİYETİ ASGARİ ÜCRETİN DÖRT KATINA ÇIKTI"
Diyorlar ki, "Hiçbir sıkıntı yok, kafeler, pastaneler dolu." Doğru ama bu sadece toplumun yüzde 20'lik bir kesimi için geçerli. Bu kesim, bankalardan faizle veya kur korumalı mevduatla kazanan, gayrimenkule yatırım yapabilecek kadar parası olan kişilerden oluşuyor. Bu insanlar için büyük bir kriz yok. Ancak asgari ücretle çalışanlar, emekliler, dar gelirli aileler ve çocuk okutan aileler için büyük bir kriz var.
Biz bu krizi, kent lokantalarındaki yemek kuyruklarından, yurda ve kreşlere olan başvurulardan, sosyal yardım talep eden vatandaşlardan, pazar yerlerinde çöpten yiyecek arayan emeklilerden görüyoruz. Bu kriz hafife alınacak bir durum değil. Türkiye Cumhuriyeti'nin en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşıyoruz.
“İSTANBUL'UN BAZI İŞLEVLERİNİ ŞEHİR DIŞINA ÇIKARIP ÜLKE GENELİNDE DAĞITACAĞIZ”
-İktidar kanadından yaptığınız çalışmalar ve araştırmalarla ilgili hiç geri bildirim alıyor musunuz?
Ara sıra alıyoruz. Örneğin, Milli Eğitim Bakanlığı eğitim raporumuza tepki gösterdi. Aslında devletin bu işleri yapan temel bir kurumu vardı: Devlet Planlama Teşkilatı. Önce bu teşkilatın içini boşalttılar, sonra Kalkınma Bakanlığı'na bağladılar, ardından Kalkınma Bakanlığı'nı da kapattılar. Şimdi, devletin uzun vadeli planlamalar yapan, "Bu havalimanını oraya yapma, bu geçiş garantisini verme, buradan bu kadar yolcu geçmez, bu plan feasible değil" diyen bir kurumu kalmadı. Oysa bu kurum, devletin akılcı projeler geliştirmesini sağlayan bir kontrol mekanizmasıydı. Bu tür kurumları kapatınca, size bu uyarıları yapacak kimse de kalmaz.
Kurumların hepsi gerçek misyonlarını bırakıp sadece para kazanmaya ve kaynak geliştirmeye odaklanırlarsa, işlevlerini yitirirler. Biz, bu kurumlara işlevlerini hatırlatmaya ve çözüm önerileri sunmaya çalışıyoruz.
Biz, "Bunu böyle yaparsanız, bu sorunun çözümü mümkün" diyen bilimsel ve akademik bir aklı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne, İstanbul’un diğer aktörlerine ve Türkiye’deki yöneticilere göstermeye çalışıyoruz. Yani, yapmaya çalıştığımız şey, biraz özel bir konumda durarak İBB’nin bürokratik yapısına yol göstermek. Başkan, bilimsel bilgi, veri ve araştırmalarla karar veren birisi. Bu nedenle, bu kararların çoğunda İPA’nın araştırmasını, raporlamasını ve verilerini istemesini sağlıyoruz.
Biz, birçok konuda araştırmalar ve verilerle başkanın önüne gidiyoruz.
Diyoruz ki, "Bu icraat artık doygunluğa ulaşmış, bunu böyle değil, şöyle yapmalısınız." Ya da "Burada büyük bir hizmet açığı var, bunu böyle yapmalısınız." Ayrıca, "Ülkede o kadar büyük bir talan var ki, bu konuya eğilmelisiniz." Veya "Bu kesim o kadar mağdur ki, kaynaklarımızı onların ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmalıyız." Devletin kurumları da bu şekilde çalışmalıdır. Ancak, devletin emniyet sübablarını tamamen kaldırıp, her çatlak ses çıkana "bu beni engelliyor" diyerek kurumları kapatırsanız, durum böyle olur.
Aslında, bu söyledikleriniz sadece İstanbul için değil, Türkiye geneli için de geçerli. İlk kez açıklıyorum: 100 bin ölçekli plana başlıyoruz. İstanbul’un geçtiğimiz dönemde "Vizyon 2050" adıyla açıklanan planında, İstanbul’un nasıl bir şehir olması gerektiği üzerinde durulmuştu. Ancak, bunun mekansal bir boyutu yoktu.
Oysa biliyoruz ki bakanlık, bir yandan Kanal İstanbul'u imara açıyor. Özelleştirme İdaresi, çeşitli yerleri pazarlarken; Kültür ve Turizm Bakanlığı, bir başka bölgeyi; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, farklı bir alanı; Orman Bakanlığı ise başka bir yeri tahsis ediyor. İstanbul'un, bütünlüklü bir makro planı veya master planı yok. İstanbul sadece kendi sınırlarıyla sınırlı değil; Tekirdağ'dan Gebze'ye, Kocaeli'ne, Yalova'ya kadar uzanan ve hatta Marmara Bölgesi’nin tamamını kapsayan, ülkenin büyük bir kısmını etkileyen dev bir metropol.
Biz, İstanbul'un ana planını, master planını ve mekansal planını bu dönemde oluşturmalıyız. Eğer İstanbul’un gelişmeye ihtiyacı varsa, bunu plana dahil etmeliyiz. Ancak, bir plancı olarak ve doktora sahibi bir şehir plancısı olarak ifade ediyorum ki, İstanbul'un gelişmeye değil, rehabilitasyona ihtiyacı var. Kendi deneyimlerime dayanarak, tespitim budur. Bu süreci önümüzdeki 1,5-2 yıl boyunca gerçekleştireceğimiz çalışmalar belirleyecek.
Bir mekansal plan yapacağız ve bu planın sonuçlarını ara ürünlerle, ulaşım, kentsel dönüşüm, otopark, deprem gibi konularda kamuoyuyla paylaşacağız. Aynı zamanda, bu uygulamaların birimlerimiz tarafından hayata geçirilmesini sağlayacağız.
Bir makro planımız olacak. Artık İstanbul'da günübirlik kararlarla, "Uçaktan baktım, helikopterden gezdim, buraya bunu yapalım, buraya bir köprü kuralım, buraya bir tünel yapalım, buraya bir havalimanı kuralım" yaklaşımını reddedeceğiz.
Bu plan, kentin deprem gerçeğini ve önceliklerini dikkate alacak. İstanbul'un çökmesinin, Türkiye'nin çökmesi anlamına geldiğini anlayarak, bazı işlevlerini şehir dışına çıkarıp ülke genelinde dağıtacağız. Temel sorunların üzerine odaklanan bir rehabilitasyon planı yapacağız. İstanbul’u yeniden planlayacağız.
Bu planı, Kasım sonu veya Aralık başında İlhan Tekeli hocanın liderliğindeki yaklaşık 150 akademisyenden oluşan bir heyetle birlikte büyük bir lansmanla sunmayı hedefliyoruz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin imar dairesiyle İstanbul Planlama Ajansı'nın birlikte hazırlayacağı bu plan, İstanbul’un gelişimine yönelik bir mekansal strateji ortaya koyacak ve emrivakilere son verecek.
Bu konuda birisi bir şey yaptığında, elimizde bir makro plan olacak. Bilimsel verilerle bunu mahkemelerin önüne koyabileceğiz ve bir dayanak oluşturacağız. Böylece kamuoyuna ve kendimize, bağlayıcı bir belge sunmuş olacağız.
Kanal İstanbul gibi projeleri tartışmak yerine, İstanbul’un büyümesi yerine küçülme stratejilerini ele almaya ihtiyacımız var. İstanbul'un yoğunlaşma sorunlarını çözmek için stratejilere ihtiyacımız var.
-Bir şehir planlamacısı olarak İstanbul'u, mimarisini ve yapısını beğeniyor musunuz? İstanbul’un kendine has bir “ruhu”, “dokusu” var mı sizce?
Hayır, İstanbul olağanüstü güzel bir şehir ama kent planlaması açısından bakıldığında beğenecek bir yanı yok. Çünkü İstanbul, planlı bir şekilde gelişmemiş. Çocukken, "Önleri güzel, arkaları değil" derlerdi ya; işte, İstanbul’un da öyle bir durumu var.
Olağanüstü bir boğaz manzarası ve silüeti var ama İstanbul'un arka sokaklarına, dar yollarına baktığınızda, otoparksız çürük binaların bulunduğu bir yapı stoğuyla karşılaşıyorsunuz. Bu, planlı bir gelişim göstermiyor ve beğenilecek bir yanı yok. İstanbul'un durumu, kanserli hücreler gibi azman bir metastaz yapmış bir yapı olarak benzetilebilir.
İstanbul'un Beyoğlu, Beşiktaş, Üsküdar, Kadıköy ve Fatih gibi tarihi bölgelerindeki dokuyu ve ruhu daha iyi anlayabilirsiniz. Ancak İstanbul'u Bağcılar, Esenler, Esenyurt, Çekmeköy, Sancaktepe, Silivri ve Tuzla gibi yerlere götürdüğünüzde, bu ruhu korumanız oldukça zorlaşıyor. Bu bölgeler, birer bölge kenti haline gelmiş durumda ve Tuzla ile Gebze, Silivri ile Çerkezköy arasında bile bir bütünlük oluşmuş. İstanbul, öyle bir büyüme göstermiş ki bu haliyle o ruhu korumak çok güçleşiyor.
Biz de, daha önce bahsettiğimiz küçülme ve rehabilitasyon stratejilerini tarif ederken, aklınızdaki o ruhu yeniden kazanmanın yollarını arıyoruz. Bu, kolay bir süreç değil; bugünden yarına olabilecek bir şey değil. Eğer mevcut gidişat devam ederse, bu ruhu kazanmak imkânsız hale gelecektir.
Daha önceki yaklaşımlarda olduğu gibi, "Orayı da imara açayım, bunu da yapayım" anlayışıyla ilerlemek yerine, İstanbul'un bulunduğu noktayı dönüştüren, sağlıklı bir şekilde küçülten ve sorunları çözüp dönüştüren yöntemlerle ele almanız gerekiyor. Bu, üç veya beş yıllık bir süreç değil; elli yıllık, yüz yıllık bir süreç.