Barış Vakfı, Kürt sorununun çözümüne ilişkin rapor hazırladı. KARAR’a konuşan Barış Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Hakan Tahmaz, hem raporun detaylarını hem de bir süredir Türkiye’nin en çok konuşulan gündem başlığını -yeni çözüm süreci- değerlendirdi.
SEMA KIZILARSLAN
Türkiye’de bir süredir gündemde olan “yeni çözüm ve diyalog süreci” tartışmaları, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin yeni yasama yılının açılışında DEM Parti’yi ziyaret ederek tokalaşmasıyla başladı. Bahçeli, 22 Ekim’de partisinin grup toplantısında dikkat çeken açıklamalar yaparak Abdullah Öcalan’ın meclise davet edilmesi gerektiğini vurguladı. Bu çıkış, hem siyasi çevrelerde hem de kamuoyunda geniş yankı uyandırarak “çözüm sürecine” dair yeni bir sürecin mi başlayacağı sorularını gündeme getirdi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Bahçeli’nin açıklamalarından bir süre sonra ittifak ortağına destek açıklamasını yaptı ve “Bu cumhuriyet Türk'ün de Kürt'ün de cumhuriyetidir” dedi. Erdoğan, daha sonra Bahçeli'yi “Tarihe not düştü. Cesur çıkışıyla yön çizdi” diyerek övdü ve teşekkür etti.
3 Mart 2020’den bu yana ilk defa Abdullah Öcalan’a bir aile ziyareti gerçekleşti. Yeğeni Ömer Öcalan’ın İmralı’da Öcalan ile görüşmesi sonrasında, Öcalan’ın, “Koşullar oluşursa süreci çatışma zemininden hukuki ve siyasi zemine taşıyabilirim” şeklindeki açıklaması sürece yönelik yeni bir umut yarattı.
Bu gelişmelerin ardından Barış Vakfı "Kürt Sorunu İçin Bütünlükçü Barış Yöntemi" başlıklı bir raporu kamuoyuyla paylaştı. Rapor, Sabancı Üniversitesi’nde siyaset bilimi ve çatışma çözümü uzmanı olarak ders veren Prof. Dr. Ayşe Betül Çelik tarafından hazırlandı. Çelik’in raporunda, Kürt sorununa kalıcı bir çözüm için kapsayıcı ve bütüncül bir barış yaklaşımının gerekliliği vurgulandı.
“SEKİZ YILDIR GÜVENLİK POLİTİKALARINA ODAKLANAN İKTİDARIN ÇATIŞMA ÇÖZÜMÜ SİNYALİ VERMESİ DİKKATE DEĞER”
KARAR’a konuşan Barış Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Hakan Tahmaz, raporun bu kritik dönemde hazırlandığını belirterek toplumun tüm kesimlerinin – sivil toplum, siyasetçiler, iktidar ve diğer tüm paydaşların – yerleşik kalıpları sorgulaması gerektiğine dikkat çekti.
-Türkiye’de uygulanan güvenlik odaklı politikalara rağmen çatışma çözümü sürecinin Türkiye’ye özgü, kendine has bir başlangıcına şahitlik ediyor olabilir miyiz? Bahçeli’nin açıklamaları sonrasındaki süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? “Yeni bir çözüm süreci” yolda mı?
Uluslararası çatışma çözümünden, ülkemizde son 15-20 yıldır çatışmanın sona erdirilmesine yönelik çabalara kadar pek çok örnek incelendiğinde, bu girişimleri barış ya da gerçek bir çatışma çözümü olarak nitelendirmek oldukça zor. 2016’dan itibaren AK Parti'nin inşa ettiği “beka siyaseti” ve bu doğrultudaki güvenlik odaklı söylemler daha çok bir güvenlik siyaseti izlenimi yaratıyor. Çünkü bugüne kadar hükümet yetkililerinin ve Devlet Bahçeli’nin yaptığı açıklamalar, bu eksende yeni bir siyasi dönemin başlatılmak istendiğine dair bir irade gösteriyor. Bu sürecin nasıl evrileceği, birkaç temel faktöre bağlı görünüyor.
Öncelikle, karşılıklı temas halinde olduğu bilinen İmralı-Ankara merkezli görüşmelerin nasıl bir seyir izleyeceği bu süreci belirleyecek önemli bir unsur. İkinci olarak, bölgesel gelişmelerin seyri, özellikle Amerika’daki seçimlerin ardından şekillenecek politikaların Kürt meselesine etkisi önemli bir faktör. Üçüncü olarak ise, barışçıl bir çözüm ve çatışmanın sona ermesi için çalışan sivil toplum kuruluşları ve siyasetçilerin tutumları bu süreçte belirleyici rol oynayabilir.
Bu noktada, Türkiye’de uygulanan güvenlik odaklı politikalara rağmen çatışma çözümü sürecinin Türkiye’ye özgü, kendine has bir başlangıç olup olmadığı sorgulanabilir. Nitekim, son sekiz yıldır güvenlik politikaları ekseninde sert bir tavır sergileyen iktidarın, bu noktada çatışma çözümüne yönelik bir sinyal vermesi dikkate değer. Dünyada çatışma çözümü süreçlerinde ülke içindeki dinamiklerden çok, uluslararası veya bölgesel gelişmelerin etkili olduğunu görmekteyiz. Türkiye’de de bu sürecin başlangıç noktalarına baktığımızda, örneğin Avrupa Birliği müzakere süreçleri, Orta Doğu’daki siyasi gelişmeler, Arap Baharı ya da Körfez Savaşı gibi olaylar bu tür çözüm arayışlarını tetiklemiştir.
Ancak, bu kez süreç başlatılmak isteniyor gibi görünse de AK Parti ve MHP’nin kullandığı dilin geçmiş çatışma çözümü tecrübelerinden yola çıkılarak şekillendirilmediği izlenimi oluşuyor. Güvenlik vurgusunun ağır basması, tarafların hâlâ yalnızca güvenlik perspektifi üzerinden hareket ettiğini düşündürüyor. Öcalan, çatışmanın bitirilmesi ve sorunun demokratik, hukuksal zeminde çözülmesi gerektiğini vurgulasa da, son bir-iki aylık gelişmelerden demokratik bir çözüme dair güçlü bir işaret almak zor.
Bu sürecin nasıl şekilleneceğine dair elimizdeki veriler henüz sınırlı; ancak yine de temkinli bir iyimserlik ile sürecin gidişatını gözlemlememiz gerektiği ortada.
“ACELECİ DAVRANMAK YERİNE TEMKİNLİ BİR YAKLAŞIM SERGİLEMEK GEREKİYOR”
-Buradan yeni bir yol çıkabilir mi? DEM Parti ve CHP’nin tutumlarını ve rollerini nasıl değerlendiriyorsunuz? CHP'nin parti yönetimi ve tabanı arasındaki farkları da dikkate alırsak, bu sürece nasıl dahil edilebilirler? Buna dair ekanizmalar nasıl geliştirilebilir?
Devlet Bahçeli’nin "Kürt sorunu yoktur, olmamıştır, olmayacaktır" ya da meseleyi bir terör sorunu olarak tanımlaması gibi yaklaşımlar dikkat çekiyor. Eğer gerçekten şiddet sona erecek, çatışma bitecek ve silahlar devre dışı bırakılacaksa, bunun temel yolu demokratik siyasetin zeminini güçlendirmek ve kurumsallaştırmaktan geçiyor. Şu ana kadar bu yönde net bir işaret görmedim.Ancak bu diyalog süreci müzakereye evrilecekse, Türkiye’ye özgü bir model oluşturulabilir. Her ülkenin kendine özgü dinamikleri olduğundan, farklı çözüm modelleri geliştirmek şart. Bu konuya dair birkaç gün önce yayımladığımız raporda da belirtildiği gibi, tek bir şablon çözüm mümkün değil. Ancak şu anda hem pozitif hem de negatif anlamda kesin bir şey söylemek için henüz erken. Son sekiz yıldaki güvenlik odaklı politikaları düşündüğümüzde, aceleci davranmak yerine temkinli bir yaklaşım sergilemek gerekiyor.
“TÜRKİYE TOPLUMU, BARIŞ VE ÇATIŞMA ÇÖZÜMÜ GİBİ KONULARDA DERİN BİR BİRİKİME SAHİP DEĞİL”
Ancak büyük umutlar bağlamak da yanıltıcı olabilir. Umarız süreç, yalnızca terörün bitirilmesi ya da silahın devre dışı bırakılmasıyla sınırlı kalmaz. Dem Parti, Kürtlerin temsilcisi olan bir parti olarak İmralı ve Kandil gibi muhataplarla ilişkilerinde temkinli ve olumlu bir tutum sergiliyor. Örneğin, Eş Başkan Tuncer Bakır’ın kamuoyuna yansıyan açıklamaları bu sürece pozitif bir yaklaşım sundu. Ancak önceki çözüm sürecinden yeterince ders çıkarılmadığına dair bir izlenimim de var. Parti, sürece bir kredi açarak temkinli bir tutum alıyor, fakat henüz çözüm yolunda büyük bir atılım olduğunu söylemek için erken. Toplum genelinde, özellikle Kürtler ve Türkiye’nin bütününde, çatışma yorgunluğunun olduğu göz ardı edilemez. Bu yorgunluk, sürecin olumlu bir yöne evrilmesi için toplumsal bir beklenti yaratıyor.
Türkiye toplumu, barış ve çatışma çözümü gibi konularda derin bir birikime sahip değil; özellikle 2015 sonrasında bu konuda bazı çalışmalar yapılsa da, bu çabanın toplumun tüm kesimlerine yayıldığını söylemek zor. Bu nedenle "biz hazırız" söyleminin gerçekten bir hazırlığı olup olmadığı benim için de düşünülmesi gereken bir konu.
Bu tür süreçlerde tüm tarafların, yani siyasi partilerin ve toplumun farklı kesimlerinin dahil olması önemlidir. Geçmişte çözüm süreci yürütülürken, liderlere odaklanıp diğer aktörleri sürece dahil etmemek gibi bir yaklaşım vardı. Ancak bu tür süreçlerde sadece liderlerin katkısıyla barış ya da çatışma çözümü sağlanamaz; sosyal ve siyasal aktörlerin yanı sıra sivil toplumun da bu süreçte yer alması gerekir.
“ÇÖZÜMÜ SADECE PARLAMENTER ZEMİNE İNDİRGEMEK DE YETERLİ DEĞİL”
CHP'nin bu dönemde pozitif bir değişim sergilediğini düşünüyorum. CHP'nin daha önce de parlamenter sistem içinde çözüm arayışında olduğunu belirtmesi önemliydi, ancak bu konuda net bir duruş yoktu. Özgür Özel’in “Kürtler sorun olduğunu hissediyorsa, sorunu vardır ve çözüm parlamentoda aranmalıdır” ifadesi ise barış arayışına yeni bir alan açıyor. Bu, çözüm ve barış isteyenler için toplumsal bir zemin oluşturmak açısından değerli bir adımdır. Ancak, çözümü sadece parlamenter zemine indirgemek de yeterli değil; burada daha kapsayıcı bir yaklaşım gerekmekte.
Silahlı aktörlerle bir şekilde bir yol ve yöntem geliştirilmeden süreci devam ettirmenin imkansız olduğu aşikar. Bu konuda CHP'nin hâlâ net bir duruş sergileyemediğini söylemek mümkün. CHP’nin önerisi genellikle sivil toplum ya da akil insanların bu süreci yürütmesi yönünde, ki bu yöntemin başarılı olup olmayacağı belirsiz.Örneğin, İmralı veya Kandil’i doğrudan muhatap almama yaklaşımı süreci eksik bırakabilir. Yine de CHP'nin bu noktadaki tavrının geçmişe göre daha olumlu olduğunu düşünüyorum; en azından sürece katkı sunmaya istekli görünüyorlar. Bu da aslında AK Parti için bir fırsat yaratıyor.
Örneğin, 2014 yılında çıkarılan çözüm yasası güncellenebilir ve bu doğrultuda Meclis'te yeni bir komisyon kurulabilir. Bu tür yapılar, çözüm sürecinin sağlıklı ve belirgin bir rota izlemesi adına önemlidir. Uluslararası deneyimlere ve geçmişteki girişimlere baktığımızda, çözüm sürecini yürütecek ve toplumu bilgilendirecek kurumsal mekanizmaların oluşturulması sürecin başarısı için kritik. Ancak bu konuda hükümetin adım atmaktan kaçındığını görüyoruz. İlk adım olarak güven artırıcı bir hareket olarak bu yasanın yeniden gündeme alınması veya infaz yasasında değişiklik yapılması düşünülebilir. Bugün ceza infaz yasası, sadece Öcalan’ın durumu ya da umut hakkı gibi spesifik konulara indirgenmiş durumda. Oysa umut hakkı, Türkiye’nin Avrupa Konseyi karşısında elini kolunu bağlayan bir sorun. Bunun yanı sıra, otuz yıldır cezaevinde olan kişiler için infaz gözleme heyeti raporlarına dayalı keyfi uygulamaların son bulması ve ceza infaz yasasının iyileştirilmesi de ilk adımlar olabilir. Bu adımlar toplumsal güveni yeniden tesis etme açısından büyük önem taşıyor.
Şu anda ise toplumun tüm kesimlerinin –sivil toplum, siyasi aktörler– bu tartışmadan geri durduğunu gözlemliyoruz. Oysa şimdi bu süreci başlatmanın tam zamanı, çünkü her şeyin başlangıcı toplumsal güvenin yeniden inşa edilmesinde yatıyor. Derinleşen güvensizlik ortamı, toplumun barış ve çözüm sürecine dair umutlarını zayıflatıyor. Bu güvensizlik aşılmadan, beklentilere uygun bir çözüm sürecini ilerletmek çok zor, belki de imkansız olacak.
“KAYYUM UYGULAMASI GÜVENSİZLİK DUYGUSUNU DERİNLEŞTİRİYOR”
-Bu sürecin bir bölümünde hem İstanbul’un ve Türkiye’nin en büyük ilçelerinden birine kayyum atandığını hem de doğu ve güneydoğu’da kayyum kararları alındığını gördük. İktidarın bu yaklaşımını nasıl okudunuz? Elinin güçlü olduğunu hissettirmeye mi çalışıyor bir taraf olarak?
Olası bir çözüm sürecinin, demokratik siyasetin alanını genişletme perspektifiyle ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Ancak 2016’dan bu yana, Türkiye’de Kürt seçmenin iradesiyle seçilen yerel yönetimlere merkezi yönetim tarafından kayyum atanması gibi müdahaleler sistematik bir hale gelmiş durumda. Bu, demokratik siyaset açısından derin bir güven krizine yol açıyor. Batı'da Kürtlerin oylarının etkili olduğu yerlerde de benzer uygulamalar yapılması, bu yöntemin sistematikleştiğine dair bir inanç yaratıyor. Bu gibi adımlar, yeni bir çözüm süreci ve demokratikleşme bağlamında bir güven ortamı yaratmak yerine güvensizlik duygusunu derinleştiriyor.Bu kayyum uygulamaları, hukuksal bir gerekçeye dayanmaksızın keyfi bir güç gösterisi olarak görülüyor. Bu durum, yalnızca Kürtler için değil, toplumun geniş bir kesiminde de demokrasiye dair umutları yok ediyor. Son sekiz yıldır hukuk ve adalete olan güven tepetaklak olmuş durumda. Örneğin, Ahmet Türk’ün, hükümetin daveti üzerine çatışan iki aileyi barıştırmak için Cumhurbaşkanı Yardımcısı ile görüşmesinden yalnızca günler sonra “terör örgütü üyeliği” gerekçesiyle görevden alınması, hukuki gerekçelerden ziyade keyfi bir adım olarak değerlendiriliyor. Ahmet Türk, 40 yıldır demokratik siyaset içerisinde yer alan ve birçok kez cezaevine giren bir isim; kayyum atamalarının çözüm süreci açısından olumlu bir etkisi olmayacağı ve güven zeminini zayıflatacağı net.