Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer “Meseleleri çetrefilleştirmek, kronikleştirerek içinden çıkılmaz hale sokmak yerine makuliyetin, meşruiyetin imkanlarına riayet Türkiye’yi güçlü kılar” diyor.
Tanıl Bora, Falih Rıfkı Atay’ın 1934’teki İngiltere seyahati notlarında “en iyi yerli malımız, yerli Garp’tır” yazdığını aktarır. Kemalizm’in bazı versiyonlarının Cumhuriyet tecrübemizin bize özgü olduğuna ilişkin ısrarı da Falih Rıfkı’nın seyahat notundaki düşünceyi paylaşmasından kaynaklanıyor. “Bize özgülük” söyleminin özü itibariyle bir savunma/meşrulaştırma stratejisine dayandığını biliyoruz. Bu iktidar söyleminin araçsallaştırıcı karakteri üzerinde ayrıca etraflıca durmakta fayda var. Söylemin faydacı/pragmatik genetiği çelişkiler/tutarsızlıklar üretmek dışında bir kabiliyete sahip olmadığını tarihsel tecrübemiz bize gösteriyor. Devletin, toplumun duygu/düşünce dünyasında önem arz eden her kavramın, her durumun iktidar sistematiğindeki gereksinimler doğrultusunda kullanılması bir yönetim tarzına, stratejisine dönüştü. İdeolojik-politik aidiyetinden bağımsız şekilde iktidar pozisyonunda olanın çekincesiz kullandığı bu tarz, bu strateji; açık konuşmak gerekirse özgüven yerine tedirginliğin, özgürlük yerine güvenliğin, siyaset yerine gücün, değişim yerine statükonun seçildiğini ve dolayısıyla devlet-toplum ilişkimizin gerildiğini ve toplumsal sorunlarımızın müzakere ve alternatif arayışlar üzerinden yönetilmek yerine özü itibariyle sivil siyasetin tükenişini gösteren bir güvenlik siyasetine sıkıştırıldığını göstermektedir.
***
2014 yılında yaşanan ‘Kobani Olayları’ ile ilgili yine 2014 yılında başlatılan soruşturma kapsamında geçen gün 82 isim hakkında alınan gözaltı kararı tam da yukarıda belirttiğimiz durumun müşahhas bir örneği olmuştur. Bu kararın zamanlaması, usulü ve esasına ilişkin bir değerlendirme yapmadan önce kararı ve kararın içeriğini oluşturan Kobani Olayları’nı kısaca hatırlamakta fayda var. 82 ismin gözaltına alınmasına ilişkin yazılı açıklama yapan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı “… ülke genelinde ‘Kobani’ olayları olarak bilinen terör amaçlı eylemlerde PKK/KCK terör örgütü sözde yöneticileri, örgütün gençlik yapılanması, kadın yapılanması ve şehir silahlı yapılanması ile HDP MYK üyeleri ve eş başkanlarınca sosyal medya hesapları ile PKK/KCK terör örgütünün bazı basın yayın organlarında, Fırat Haber Ajansı ve gençlik yapılanması, kadın yapılanması vb üzerinden halka sokağa çıkıp terör eylemleri gerçekleştirmeleri yönünde çok sayıda çağrı yapıldığı” ve “Ülke genelinde meydana gelen eylemlerde sokağa çıkma çağrısı yapan PKK/KCK terör örgütü ve sözde örgüt yöneticileri ile bazı siyasi parti yönetici ve partililer hakkında, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığımız Terör Suçları Soruşturma Bürosunca 2014/146757 sayı ile soruşturma başlatılmış, …gelinen aşama itibarıyla Ankara merkezli 7 ilde, 25 Eylül 2020 tarihinden geçerli olmak üzere 82 şüphelinin gözaltına alınmasına karar verilmiştir.” ifadelerini kullanmaktadır. Peki 2014 yılında yaşanan ve tarihimize Kobani Olayları olarak geçen hadiseler neydi?
***
Kobani Olayları, IŞİD’in Kobani’yi kuşatmasına karşılık YPG militanlarının Türkiye sınırları üzerinden silah nakli yapmasına izin vermeyen hükümete tepki olarak HDP Merkez Yürütme Kurulu’nun 6 Ekim’de aldığı kararla ve sokağa çıkma çağrısıyla başlayan protesto eylemleri ve silahlı çatışmalardır. Çıkan olaylarda göstericilerin bir kısmının sivil halka saldırılar gerçekleştirmesi ve birçok kamu binasının yanında ev, işyerleri ve taşıtların yakılması nedeniyle pek çok ilde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. İnsan Hakları Derneği’nin raporuna göre 7-12 Ekim 2014 tarihleri arasında Kobani eylemlerinde ülke genelinde 46 kişi öldü, 682 kişi yaralandı ve 323 kişi tutuklandı. Olaylarda verilere göre binin üzerinde bina hasar gördü.
***
Bu olayların Kuzey Afrika’da başlayıp Suriye üzerinden Türkiye’nin güney sınırlarını dayanan dalganın etkisiyle gerçekleştiğini ve Türkiye’nin tarihsel olarak belki de en önemli ve en büyük siyasi projesi olan Çözüm Süreci’ni ciddi anlamda baltaladığını söylemek mümkün. Dolayısıyla kendisi kadar sebepleri, sonuçları ve göndermeleriyle de önemli olan bu hadiseyi nasıl ele aldığımız büyük önem arz ediyor. Malesef yaşandığı dönemde de Türkiye’nin önünü açacak bir siyasetin/bir konuşmanın kundaklayıcısı olan olaylar ele alınış biçimleri ile de klasik kutuplaşmanın yakıtına çevrildiler. Aradan geçen uzun sürenin ardından bugün 82 ismin gözaltına alınması talebiyle yeniden gündemimize girmesi de aynı tavrın devamına işaret ediyor. Bu yeni gelişme vesilesiyle görüyoruzki, Türkiye kendi tercihleri dolayısıyla dar bir alana kendini sıkıştırıyor, kurumları ve organları üzerinde meşruiyet krizlerine yol veriyor. Araçsallaştırılan kurum ve organlar, bugüne kadar yaşadığımız tecrübeden gördüğümüz üzere, hedef aldıklarını hırpalamakla sınırlı kalmamışlar tersine bir bumerang gibi daha çok ve asıl olarak bu kurum ve organları araçsallaştıranların kendilerini vurmuşlardır. Bu açıdan hukukun araçsallaştırılması olan sürecin, Cumhur İttifakı’ndaki genetik farklılık dikkate alındığında, Ak Parti için self-operasyon olması trajiktir.
***
Malum olduğu üzere olay 2014’de olmuş. Olayın problemli olduğu ve mutlak surette hukuki bir süreci gerektirdiği açıktır. Nitekin onlarca insanın can vermesine, pekçok kişinin yaralanmasına, yüzlerce kişinin tutuklanmasına ve yüklü miktarda maddi hasara neden olan olaylar ilgili adli bir takibin yaşanması kaçınılmazdır. Politik yönü çok belirgin ve tarihsel arkaplanı olan bir fay hattına oturan hadiseleri hukukun meşruiyetini özenle gözeterek ve o meşruiyete yaslanarak ele almak yerine hem normatif açıdan hem de pra(gma)tik açıdan izahı mümkün olmayacak şekilde yargıyı siyasetin uzantısına dönüştüren ve en az onun kadar önemli olan tarihsel/toplumsal bir sorunu iyice kronikleştiren şekilde ele almak Türkiye’nin yarınları için büyük bir tehdittir. Neden?
Birincisi ve çok önemlisi hukukun büsbütün siyasallaşması veya bilerek veya bilmeyerek bu görüntünün verilmesidir. Hukukun belirli bir politik hedefi gerçekelştirmek arzusuyla zamanı, usulü ve esası dikkate almaksızın kullanılması yanlıştır, telafisi son derece güçtür. Ayrıca ağır ve uzun süreli tahribat yaratıcıdır.
İkincisi, Türkiye’de devlet-toplum ilişkimizdeki kronik sorun alanlarının pekçoğunda çözüm, taraflarca gösterilmesi gereken iyiniyetten ve ötekine vermeleri gereken güven hissinden geçiyor. Gündemimize giren son gelişme hem iyiniyet oluşturmaktan hem de güven tesis etmekten uzaktır.
Üçüncüsü, önemli bir husus olarak da bu gelişme Türkiye’nin mevcut siyaset açığını göstermektedir. Türkiye’de siyasetin sorunları kavrama ve çözme stratejisi konuşma, tartışma, anlamlı bir gelecek perspektifi ve tasavvuru üzerinden değil asayişçi dilin sınırlarını çizdiği ve içeriğini belirlediği resmi hakikat söyleminin dışında olanları kriminal hale sokan, onları meşruiyetin, makuliyetin geniş ve çoğulcu zeminine çekmek yerine dışarı püskürten ve karşıtlığı keskinleştiren sert pratiktir. Sorunların militer bir dile tahvil edilmesi sorunları çözümsüz kılmanın ötesinde siyaseti anlamsızlaştırmakta, varlığını ve anlamını hedef almaktadır.
Dördüncüsü, ‘öteki’ni mono blok olmaya iten, içerisindeki farklılıkları, çelişkileri görünür kılmak, görünür olmasını sağlamak ve derinleştirip yeni kombinasyonların oluşmasına alan açmak yerine kendi dışındaki tahkim eden, kendi dışındakini kendisi için en olumsuzda tahkim eden dolayısıyla onyılları bulan bir süre zarfında belirli yol ve yöntemle mücadele ettiği karşıtının varlığını muhkem hale getiren ve daha önemlisi zamanı, zemini, yolu, yordamı dikkate almayarak hedef aldıklarını kendi dışındakiler için bile meşrulaştıran veya tartışma hedefi olmaktan çıkaran tasarrufların anlamsızlığı, gereksizliği ve yanlışlığıdır. Bu açıdan malesef yargı alanından gelen son gelişmeye hukuki bir anlam atfetmek ancak Türkiye’nin iktidar bloğunun savrulduğu katı ve dışlayıcı milliyetçi türbülasnla açıklamak mümkündür. Şüphesiz bu türbülasnın psiko sosyal, siyasal anlamına dair bir takım gerekçeler ileri sürülebilir. Ancak bugünden itibaren iktidar bloğunun ana gövdesi olmak üzere tüm Türkiye’ye ve Türkiye’nin yarınlarına maliyet çıkartan bu uygulamanın günümüz koşullarında bırakın başarılı olması uygulanabilmesi bile çok zordur ve inanılmaz düzeyde maliyetlidir.
***
Meseleleri çetrefilleştirmek, kronikleştirerek içinden çıkılmaz hale sokmak yerine makuliyetin, meşruiyetin imkanlarına riayet Türkiye’yi güçlü kılar. İlke ve değerlere gösterdiğimiz ihtimam ve bunlara uygun yürüttüğümüz politikalar Türkiye’yi güçlü kılar. Aksi taktirde kantarın topuzunu kaçırır şekilde ‘Çözüm Süreci’nde sürecin hatırı için göz yumulan hukuksuzluklar nasıl denetimsiz bir alan açtıysa bugün yapılanlar da başka bir denetimsizliğin dışavurumudur. Üstelik maliyet oluşturan, Türkiye’yi sorunların çözümünden uzaklaştıran, sorunları kronik hale getiren ve bizi çözümsüz bir anafora sürükleyen işler. Mouffe’un ifadesiyle ‘antagonizma aşılamaz.” Aşılamaz çünkü antagonizmanın aşılması siyasetin sonu anlamına gelir ki böyle bir şeyin mümkün olmadığı açıktır. Mümkün olmayışı devletin güçsüz olması, iktidar destekli araçların/mekanizmaların eksikliği veya yetersizliğiyle ilintili değil. Tersine aşılamayış ‘insani durumu’n doğası gereğidir. Dolayısıyla kriminalleştirmek, gayrı meşru ilan etmek, resmi bir hakikat alanına ideolojik ve baskı aygıtları marifetiyle zorlamak yerine sivil siyasetin alanını geniş tutmak, çoğulculuğa ve farklılığa alan açmak, her türlü imadan uzak şekilde yargı başta olmak üzere devletin kurum, kurul ve kurallarının ilke ve değerler üzerinden hayat bulmasına yol vermek. Türkiye’nin sorunlarını da çözecek ve dolayısıyla onu güçlü kılacak olan da budur. Diğer türlü bugünkü adımlar, güçlü olmanın değil zaafiyetin göstergesi olarak okunabilir ancak.