Psikologlar ve iletişimcilere göre sosyal medyanın hayatımıza bu kadar hızlı ve yoğun girmesinin temel nedeni ‘yalnızlığı giderme’ kaygısı. Ancak ‘yalnızlığı gideren’ sosyal medyanın yol açtığı yan hasarlar ise muazzam. Kırklareli Üniversitesi’nden Kadir Metin Akbaş, tüm yönleriyle sosyal medyaya mercek tutuyor.
Kadir Metin Akbaş
İnsanlar olarak hepimiz sosyal varlıklarız. Sosyalleşmek, başkalarıyla iletişime geçmek, bir topluluk dâhilinde yaşamak, en yakınımızdakilerle paylaşımlarda bulunmak tabiatımızda var. İlk insandan günümüze kadar, hiç değişmeden gelen bu özelliğimiz, 1900’lerin başından itibaren şekil değiştirmeye, farklılaşmaya ve fazlasıyla “alengirli” olmaya başladı. Teknolojideki yeni gelişmeler, iletişim kurma biçimimizi kökten değiştirdi. Telgraf, telsiz, radyo, televizyon derken, bilgisayar, internet ve nihayetinde sosyal medya, iletişim kurma ihtiyacımızı ve bunu giderme yollarını bambaşka bir yöne çevirdi. Bizden öncekilerin ömürleri boyunca maruz kaldıkları iletişim yoğunluğunun çok daha fazlasına, ne yazık ki bizler, çok daha kısa bir sürede maruz kalıyoruz.
En basitinden, bir zamanlar “aptal kutusu” olarak isimlendirilen televizyon, tek başına tüm eleştiri oklarının hedefindeydi. Ekran başında geçirilen saatlerin çokluğu, bizim hayat karşısından ne kadar pasif ve etkisiz olduğumuza örnek olarak gösterilirdi. Şimdilerde, televizyonun, o herkesi bir araya toplayan “babacan” halini özler olduk. Uzun sayılamayacak bir süre öncesine kadar aileler ve arkadaşlar, aynı yayınlar etrafında toplanırdı. “Günümüzdeyse, beş kişilik bir ailenin beş farklı sanal alanı izleyerek –ya da onlarla etkileşime girerek- kendini beş farklı ekrana kaptırması kuvvetle muhtemeldir.” diyerek anlatıyor bu değişimi medya teorisyeni Dominic Pettman ve devam ediyor; “televizyonun büyük fare kapanından ziyade, tek tük kelebek ağlarına yakalanıyoruz artık.” Daha düne kadar baba oğul, arkadaşlar, kuzenler, yeğenler ve hatta komşular televizyon karşısına geçip omuz omuza futbol seyredilirdi. Komedi filmlerine hep birlikte gülünür, dramlarda gözlerimiz hep birlikte yaşarırdı. Şimdilerde diziler, filmler, belgeseller internetteki film platformları üzerinden tabletten, bilgisayardan, cep telefonundan tek başına izleniyor. O da, sosyal medya ne kadar izin verirse…
Son yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’de her 10 kişiden 8’inin bir sosyal medya hesabı var ve bu kişiler günde ortalama 4 saatini, bu platformlarda geçiriyor. 15-24 yaş grubu ise günde ortalama 5 saat sosyal medya kullanıyor. Bir günün sadece 24 saat olduğunu düşünürsek, aslında tek bir iş için harcadığımız bu saatlerin, aslında ne kadar büyük bir israfı işaret ettiğini görürüz. Ne yazık ki, akıllı telefonların hayatlarımız üzerindeki hâkimiyetlerini her geçen gün daha da pekiştirmesiyle, sosyal medyada harcanan saatler de, her geçen yıl daha da artmış olacak.
Psikologlar ve iletişimcilerin ortak düşüncesi; sosyal medyanın hayatımızda bu kadar çok yer kaplamasında “yalnızlığımızı giderme” güdüsünün başat rol oynaması gösteriliyor. Özellikle tek başına kaldığımızda –kalabalıklar içinde dahi olsak- sosyal medyada zaman geçirmek, sosyal medya tarafından avutulmak, sosyal medyanın o ışıltılı labirentleri içinde kaybolmak hoşumuza gidiyor. Dış dünyadan kopmak ve küçücük bir ekranın içine sığmak rahatlatıyor bizi. Bu şekilde sonsuz bir girdabın içine girmiş oluyoruz aslında. Medya profesörü Dominic Pettman’ın kaleme aldığı ve Sel Yayıncılık tarafından Türkçeye kazandırılan “Sonsuz Dikkat Dağınıklığı: Gündelik Yaşamda Sosyal Medyaya Odaklanmak” adlı kitap, içinden geçtiğimiz bu durumu, kısa ama yoğun bir şekilde özetliyor: “Sosyal medyanın yalnızlığımızı gidermeye çalıştığı söylenir. Başkalarının yaşamlarına anında ve sürekli bir şekilde erişmemizi sağlayarak bunu çoğu zaman başarır da. Fakat düşünceyi yazıya dökülmüş halde gördüğümüzde; haber akışımızdaki herkesin aynı biçimde zengin bir çeşit içsel yaşama sahip olduğunu fark ettiğimizde, başka insanların zihinlerine daha önce görülmemiş bir boyutta erişebildiğimizde, daha güçlü, “çifte kavrulmuş” bir yalnızlık hissetmeye başlarız. Bizimle birlikte ya da bizimle uyum içerisinde düşünen ya da hisseden (şayet varsa) çok az sayıda insan olduğunu artık kesin olarak görürüz.”
Pettman’a göre; gündelik yaşamda sosyal medyaya odaklanmak, bizde sonsuz dikkat dağınıklığı oluşturuyor; “sosyalleşmek amacıyla kullandığımız platformlar, giderek bir Japon balığınınki kadar düşen bellek kapasitelerimiz ve sincaplarınki kadar kısalan dikkat sürelerimiz yüzünden tehlikeye girmektedir. Verdiğimiz yanıtlar ağın protokolleri tarafından önceden belirlenip şekillendirildiğinde (sadece 280 karakter… Sadece beğen tuşu seçeneği… Sadece mimler ve emojiler kabul edilir…) eleştirel yetilerimiz de algoritmaların izlediği aynı alt yolları takip etmeye başlar. Telefon, mesaj sesiyle çınlar. Boynumuz kasılır. İçimizdeki Pavlovcu hassas noktalar yüzeye çıkar ve birer maymun gibi elektronik muzlarımızı –tuzak olduğunu anlamaksızın- elimizde tutmayı sürdürmemiz için sosyal ve bilişsel bilimler alanında çalışan yüksek maaşlı kadroları ellerinde bulunduranlar tarafından sömürülürüz. Zorunluluk. Dikkat dağılması. Erteleme. Bağımlılık. İşte mahşerin dört atlısı…”
Teknoloji yazarı Clay Jhonson’a göre ise, “dikkat denilen şey, bilişsel enerji gerektiren ve ancak çabalarsak gelişen bir şeydir. Kanepede oturarak maratona hazırlanamayacağımız gibi, gözümüzün önünde beliren her dikkat dağıtıcının ayartısına kapıldığımız takdirde de, dikkat süremizi koruyamayız. Bilgi giderek daha çok kişisel hale getirildiğinden, bilgiye karşı koymamız giderek daha zorlaşıyor. Bu yetmezmiş gibi, dikkat süremiz de giderek daha kısalıyor.” Ve neticede uzun metinleri rahatça okuyamıyoruz, uzun videoları seyretmeye sabrımız yetmiyor, bir işe odaklanma hazırlığımız uzuyor, kendimizi herhangi bir şekilde çalışmaya verdiğimizde aklımız cep telefonumuzda kalıyor. Sinemada film izlerken, evde televizyon başında, camide hutbe dinlerken, ailemizle yemek yerken, birileriyle sohbet ederken, elimiz, gözümüz, kalbimiz ve aklımız, cep telefonumuzun siyah ekranında takılı kalıyor. Her on saniyede bir, kilidini açıp ekrana bakmamız, sosyal medya hesaplarımızda paylaşılanları kaçırmamak için çaba sarf etmeye odaklanmamız, olağan güdülerimiz oldu artık. Bir olayı sadece yaşamak, ona şahitlik etmek bize yetmiyor, o olayı mutlaka paylaşmamız gerektiğine inanıyoruz. Adeta sosyal medyada paylaşmadığın hiçbir şeyi yaşamamış kabul ediliyorsun. Profesör Pettman’ın anlatımıyla; “medya akışının sürekli ertelenen ve asla yerine getirilmeyen saf vaadi, ekranlarımızı “takıntılı şekilde yenilememizi” talep eder. Zamana ait yeni ölçüt, gerçek zamanlılıktır. Toz tutabileceğimiz (ya da gerçekten bir şeyler öğrenebileceğimiz) geçmişte, tarihte ve arşivde mahsur kalmayalım diye her şeyin canlı yayınlanabilmesi adına olağanüstü enerji sarf edilmektedir. Bir anlığına gözünü ekrandan ayırmaya yeltenirsen, hayatını değiştirmeyi vaat eden tweet’i, İnstagram’da paylaşılan o harika hikâyeyi, Facebook’taki önemli bir gönderiyi ya da güncellemeyi kaçırabilirsin.”
İçine hapsolduğumuz bu kısır döngüye çocuklarımızı da dâhil etmekten hiç çekinmedik. Tablet ve cep telefonları olmadan kendilerini bir hiç olarak gören, günün her saatinde mutlaka bir ekranın karşısında olması gerektiğine inanan, can sıkıntısının sadece bir ekran vasıtasıyla giderilebileceğine inanan yeni nesil çocuklar sarıyor etrafımızı. Oyun oynamak deyince aklına sadece cep telefonu, tablet ve bilgisayar geliyor çocukların. Akranlarıyla sosyalleşmek sadece ekran karşısında yaşanıyor artık.
Peki, buradan geri dönüş mümkün değil mi? Gözlerimizin önünde olanca hızıyla akıp giden teknoloji temelli gelişmeler, her geçen saniye, bu geri dönüşün zorluğunu kanıtlıyor bize. İçinde yer aldığımız bu teknoloji temelli evreni elimizin tersiyle itmek ve eski alışkanlıklarımıza geri dönmek çok da kolay değil. Ya bireysel olarak tüm sosyal medya hesaplarımızı –bir daha geri dönmemek üzere- kapatacağız ve bu sonsuz dikkat dağınıklığından kurtulacağız ya da her şeyi akışına bırakıp, bu şekilde yaşamaya “adapte” olacağız. İlkini yapanları duyuyoruz. Sayıları az da olsa sosyal medya hesaplarını kapatanlar, bu deneyimlerini farklı platformlarda paylaşıyorlar. Adapte olma kısmına geldiğimizde ise işin rengi değişiyor. Zira sanallığı içselleştirdiğimiz bu durumda önümüze “transhümanizm” olarak adlandırılan, insan sonrası dönem varsayımları çıkıyor. Kim bilir belki de bugünlerimiz; sosyal medyaya alıştırıldığımız, yapay zekânın alttan alta hayatımıza hâkim olduğu, makinelerin gelişmelerini anlamsız gözlerle izlediğimiz, sonrasında ne olacağına dair çok da düşünmediğimiz “son masum” günlerimizdir.