Tasavvuf kültürü araştırmacısı, çevirmen, neyzen ve fotoğraf sanatçısı Ömer Saruhanlıoğlu “Paskalya Adası’ndaki dev heykellerle ilgili yapılan spekülasyonlardan biri, küresel tehlikelerin bir yönüne işaret eden ciddi bir uyarı olması bakımından özellikle manidar” diyor.
Dünyanın en ücra köşesinin, Hollandalı gemici Jacob Roggeveen tarafından 1722 yılının Paskalya gününde ayak bastığı için Paskalya adası ismini verdiği ama mahalli dildeki ismi Rapa Nui olan Şili’nin 3.700 km batısında, Büyük Okyanus’un orta yerinde bir ada parçası olduğu kabul edilir. Pierre Loti’nin yazdığına göre “Büyük Okyanus’un ortasında hiç kimsenin gitmediği ıssız ve esrarengiz bir ada vardır.”
Ada, sahil boyunca serpiştirilmiş yaklaşık on metre yüksekliğinde ve bazıları 80 ton ağırlığındaki dev heykellerle biliniyor. Bu heykellerle ilgili bugüne kadar pek çok spekülasyon yapılmış ve yapılmaya devam etmekle birlikte bunlardan birisi, insanoğlunun hali hazırda karşı karşıya bulunduğu küresel tehlikelerin bir yönüne işaret eden ciddi bir uyarı olması bakımından özellikle manidar.
Buna göre, 1400-1600 yılları arasında yapılmış oldukları düşünülen bu heykellerin tasarlanması, inşa edilmesi ve hatırı sayılır mesafelere taşınması ada halkının oldukça yüksek bir medeniyet olmasa da mühendislik ve teknoloji düzeyinde ulaşmış olduğunu gösteriyor. Üstelik bin yıl önce insanlığın sahip olduğu lojistik imkanlar dikkate alındığında, bugünkü şartlarda bile ulaşımın zor ve zahmetli olduğu adanın (uçakla en az beş saatlik bir yolculuk) uzun yüzyıllar boyunca mutlak bir tecrit altında yaşadığı ve bu “medeniyet düzeyine” başka kültürlerle hiçbir biçimde etkileşim olmadan sadece “kendi toplumsal, kültürel ve entelektüel dinamikleriyle” ulaşılmış olduğu anlaşılıyor. Yani bu küçücük ada yüzyıllar boyunca kendi başına bir dünya olarak kalmış. Bütün dünyanın kendi küçük adalarından ibaret olduğunu düşünen ve kendilerinden başka insanların var olabileceğini tahayyül bile edemeyen ada halkının Avrupalı gemicileri gördüğünde müthiş bir şaşkınlık yaşadığı anlatılıyor.
***
Conrad Schmidt’in Workers of the World Relax adlı kitabında da ayrıntılı bir biçimde nakledilen söz konusu teze göre bu heykeller adadaki kabileler arasındaki hiyerarşik ilişkiyi gösteren statü sembolleriydi, böylece daha çok sayıda ve daha büyük heykellere sahip olan kabileler daha müreffeh kabul ediliyordu. Bu bakımdan daha büyük ve ihtişamlı heykeller yapmak için kabileler arasında kıyasıya bir rekabet olduğu tahmin edilebiliyor.
Adadaki medeniyetin yükselmesine ve fakat aynı zamanda yok olmasına yol açan paradoksal bir durum var. Bu kendi içine kapalı dünyada daha anlamlı ve müreffeh bir hayat anlayışı heykellerin varlığıyla ilişkilenmiştir. Daha iyi ve müreffeh bir hayat kurmak ve bunu sürdürebilmek için heykeller yapılması gerekmektedir, çünkü bilimsel, teknolojik, ekonomik sistem de üretim ilişkileri de bu heykeller üzerinden işlemektedir. Heykellerin dini hayatı belirlediği açıktır, hatta bunun dışında sanatı bile şekillendirdiği düşünülebilir. Bir miktar abartıyla bu dünyada hayatın anlamının, insanların maddi ve manevi varoluşlarının bu heykellere sıkı sıkıya bağlı olduğu söylenebilir. Daha iyi heykellere duyulan ihtiyaç bilim, teknoloji, sanat ve dolayısıyla refahın yükselmesine yol açmaktadır. Ancak bir taraftan bu olurken diğer taraftan da bu sistemin nihai maliyeti son derece yüksektir ve adanın sınırlı doğal kaynaklarının ölçüsüzce tüketilmesine sebep olmaktadır. Daha çok heykel yapmak için yüksek ve gürbüz palmiye ağaçları iskele olarak kullanılmak ve heykelleri taşımak üzere kesilir. Ada ağaçsızlaşmaya başlar. Ağaçsızlaşma toprağı rüzgarın ve tuzlu deniz suyunun etkisine açık hale getirir. Toprak çoraklaşıp verimsizleşir. Kuşlar adadan uzaklaşır. Yine büyük ağaçlar tükenince açık denizlerde seyredebilecek büyük tekneler yapılamaz ve olur açık deniz balıkçılığı çöker. Ada halkının beslenme rejimi değişir. Artık geri dönüş mümkün değildir. Kıtlık ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak kabileler arası savaşlar başlar. Sonunda ada halkının kurduğu o görece yüksek medeniyet yıkılır, nüfus azalır öyle ki Avrupalılar 1722 yılında adaya geldiklerinde son derece sefil şartlarda yaşayan bir kaç bin insanla karşılaşırlar ve şaşkınlıkla şu soruyu sorarlar: “Bu insanlar bu dev heykelleri nasıl yapabilmişler?” Geride bu çaresiz insanların ellerinde bir zamanlar kendilerine prestij ve yüksek toplumsal statü sağlamış ve dini görevlerini yerine getirmenin manevi huzurunu vermiş olan fakat aç kaldıklarında yeme imkanına bile sahip olmadıkları taştan dev heykeller kalmıştır.
***
Kısaca özetlenen tez çerçevesinde bu heykellerin kıymetli birer tarihi eser olarak dünya kültür mirasına dahil edilmelerinin çok ötesinde bilhassa “düşünüp de ibret alacaklar için” uyarıcı bir anlamı var: İnsanoğlunun dünya hayatındaki statü ve iktidar savaşları sadece hasımlarına karşı üstünlük sağlama ve onlara tahakküm etme mücadelesi ile sınırlı kalmıyor, bütün insanlık için dünyayı müreffeh ve güvenli kılma niyeti insanın “kendi elleriyle yaptıklarıyla karada ve denizde çürümeye” yol açıyor. Yine insanlığın kendisini bizzat kendi elleriyle yok edebileceği düşüncesinin bir kuruntu ve vehimden ibaret olmadığını, insanlık tarihinin çok uzak olmayan bir döneminde yaşanmış bir felaket olduğunu gösteriyor.
Paskalya Adası örneğinden devam edecek olursak ada halkının ekolojik, ekonomik ve toplumsal felaketten kurtulabilmek için bizim bugün hiçbir işe yaramadığını düşündüğümüz bu heykellerin yapımından acilen vazgeçmesi gerekirdi. Ancak bizim için hiç bir anlamı olmayan o nesnelerin onlar için taşıdığı değer meseleyi göründüğünden çok daha karmaşıklaştırıyor. Muhtemel ki adadaki yöneticiler heykel yapmaktan vazgeçecek olurlarsa bütün iktisadi ve toplumsal dengelerinin çökeceğini ve ayrıca tanrılarını öfkesini celbedeceklerini düşünüyorlardı.
***
Bugünün dünyasında bizim içinde bulunduğumuz durum bir yönüyle Paskalya Adası’nın bu şekilde açıklanan hazin sonuna ziyadesiyle benziyor. Onların heykellerine atfettikleri maddi ve manevi değerleri modern insanlar olarak bizler de birçok başka şeye atfediyoruz. Onlar daha büyük ve daha çok heykel yapmayı kutsuyorlardı, modern insan ise din-dışı bir kisveye büründürerek daha çok tüketmeyi kutsuyor. Bunu yüksek sesle dile getirmeye kalkışacak bir densiz Paskalya Adası sakinlerinin ağızıyla şu hayali cevabı duymaya hazır olmalıdır: “Nasıl, yani heykel yapmayalım mı? O zaman nasıl yaşayacağız?”
Bu değerlendirme çerçevesinde Paskalya Adası ile modern dünya arasındaki tek farkın coğrafi ölçek olduğunu ve (mukadder sonu geciktirmesi bakımından) verimlilik konusunda modern insanın daha sofistike ve becerikli yöntem ve araçlara sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bunlara belki de toplumsal muhalefetin uzun çabalarıyla belli ölçüde hesaba katılan ekolojik hassasiyeti ekleyebiliriz; bununla birlikte ada sakinlerinin arasında heykel yapımının adanın geleceğini tehdit ettiğini ve acilen durdurulması gerektiğini söyleyen (ve bu nedenle de bozgunculukla ve güncel tabiri kullanacak olursak dış güçlerin maşası olmakla suçlanan) bir Paskalya Adası Yeşili Koruma Cemiyeti olup olmadığını bilemiyoruz.
***
İktidar mücadelelerinin sebep olduğu korkunç savaşlara ve bunların yıkıcı sonuçlarına tarih bilgimizle, hatta bizzat şahit olduklarımızla aşinayız. Ancak paradoksal bir biçimde statü, refah, zenginlik ve “insanlığın iyiliği” uğruna kendi ellerimizle sebep olacağımız (ve gittikçe yakınlaşan) topyekûn bir felaket mefhumuna maalesef hala yabancıyız ve bu nedenle bu karşılaştırmayı abartılı bulunabiliriz.
Adadaki yükseliş ve tükenişin tek ve kesin izahı bu dev heykeller etrafında kurulan ve işleyen bir toplumsal ve ekonomik sistem olmasa da şu muhakemeyi yapmaktan geri durmamalıyız: Paskalya Adasından geride kalanlar niçin yapıldıklarını belki de tam olarak anlayamayacağımız dev heykeller. Biraz zorlasak bunların iyi kötü estetik ve sanatsal boyutu olduğunu bile kabul edebiliriz. Bizden geriye kalanlar ve kalacaklar ise varoluş sebeplerini çok iyi bildiğimiz devasa atık depoları. Bunların hiç olmazsa sanatsal ve estetik bir değer taşıdığını söyleyebilecek miyiz acaba? Ya da birkaç yüzyıl sonra bizden geride kalan bu tuhaf kalıntıları görebilecek olurlarsa eğer, büyük torunlarımız bunlara bakıp da ibret alacaklar mı?