“İtibar ve İktidar” kitabının yazarı Muhsin Altun, “İsa’nın doğumunu kutlamak, halen geçerliliğini koruyan eski bir devrim hikâyesini onurlandırmaktır” diyor.
Baş kâhinler ve Ferisiler, Yüksek Kurul’u toplayıp dediler ki ‘[…] Böyle devam etmesine izin verirsek herkes O’na [İsa’ya] iman edecek. Romalılar da gelip kutsal yerimizi ve ulusumuzu ortadan kaldıracaklar.’ İçlerinden biri, o yıl baş kâhin olan Kayafa, ‘Hiçbir şey bilmiyorsunuz’ dedi. ‘Bütün ulus yok olacağına, halk uğruna bir tek adamın ölmesi sizin için daha uygun. Bunu anlamıyor musunuz?”
İncil yazarı Yuhanna (11: 47-53), İsa’yı çarmıha götüren süreci Yahudi hahamlar arasındaki bu diyalogla başlatır. Ancak O’nun acılı infazı, Roma imparatorluğunda Hristiyanlığın yayılma sürecinin de miladı oldu. İsa’nın ölümüyle imparator Konstantin’in iktidarı arasında geçen yaklaşık 260 yıllık dönemde, Hıristiyanların sayısı -tahminler çeşitlilik gösterse de- sadece bir avuçtan 6 ila 30 milyon arasında bir yere yükseldi. Yıllık %3-4 civarındaki bu mütevazı başarı oranını nasıl yorumlamalıyız?
Antropolog Robert Boyd, bu durumu “kültürel adaptasyonun işleyiş keyfiyeti ve kültürel aktarımla bağlantısı” üzerinden açıklar. Ona göre, davranışlar yüksek getiri dengesine sahip gruplardan daha düşük getiri dengesine sahip komşu gruplara doğru yayılır, çünkü insanlar daha başarılı komşularını taklit ederler. Grup yararına olan inançları bir gruptan diğerine yayan bu süreç dalga benzeri bir ilerlemeyle sonuçlanır. Bu tür bir yayılma, bireyler düzeyinde hızlı olabilirse de toplumsal düzeyde aynı hızda deneyimlenmez. Özetle, “grup yararına” olan bir özelliğin bir gruptan diğerine yayılması, bireysel olarak yararlı bir özelliğin bir grup içinde yayılmasından yaklaşık iki kat daha uzun sürer.
Sosyolog Rodney Stark, Havarilerin ve takipçilerinin vaaz ettiği erken dönem Hristiyanlığın bazı “grup yararına” özelliklerini listelemiştir: Birçok Romalı, erken Hıristiyan topluluklarında gözledikleri daha iyi bir yaşam kalitesi vaat eden pratiklerden dolayı bu yeni dine geçmişti. Pagan toplumunun karşılıklı yardımlaşma gelenekleri zayıftı; yoksullar ve hastalar genellikle hiç yardım alamadan ölmektedir. Buna karşılık, “Kilise” olarak adlandırılan Hıristiyan cemaatlerindeki hayırseverlik ve yardımlaşma normları, çoğunlukla sosyal hizmetlerden yoksun bir imparatorlukta “minyatür bir refah devleti” yarattı. Sosyal yardımlaşma, geç imparatorluk döneminde Roma’yı vuran birkaç ciddi salgın hastalık sırasında özellikle önemliydi. Acılardan uzak müreffeh bir yaşam süren putperest Romalılar, hastalara yardım etmeyi hatta ölüleri gömmeyi reddetti.
Sonuç olarak, bazı şehirler anarşiye yenik düşerken Hıristiyan topluluklarda, güçlü yardımlaşma normları hastalara özenli bakım sağladı ve ölüm oranını azalttı. Dönemin hem Hıristiyan hem de pagan yazarları, birçok din değiştirmeyi bu tür yardımların çekiciliğine bağlar. Örneğin son pagan Roma imparatoru Julian (361-363) bile kendi rahiplerinden birine gönderdiği mektupta, paganların ruhları için rekabet etmek istiyorlarsa Hıristiyanların erdemli örneğini taklit etmeleri gerektiğini yazmıştı.
Kadınların Hıristiyan topluluğu içinde daha yüksek statüye ve daha fazla nikâh güvenliğine sahip olması da Romalı orta sınıf kadınların Hıristiyanlığa geçişini kolaylaştırdı. O kadar ki 370 yılında imparator I. Valentinianus (364-375), Hıristiyan misyonerlerin putperest kadınlara vaaz etmesini yasaklayan bir emirname yayımladı. Hıristiyan topluluklarda kadınlar, genel olarak Greko-Romen dünyadaki kadınlardan çok daha yüksek bir statüye sahipti. Örneğin Roma normları çok eşliliğe izin verdiği gibi, evli erkeklerin evlilik dışı ilişkiler kurması da yasak değildi. Buna karşılık, Hıristiyan normları sadık tek eşliliği zorunlu kılıyordu. Romalı pagan dulların yeniden evlenmeleri gerekiyordu ve evlendiklerinde tüm mülklerinin kontrolünü kaybettiler. Hıristiyan dullar ise mülklerini ellerinde tutabilirler ya da yoksul iseler cemaat (kilise) tarafından yardım görürlerdi.
Hıristiyanlığın büyümesi demografik yapıyı da etkiledi. Karşılıklı yardımlaşma, salgın hastalıklar sırasında önemli ölçüde daha düşük ölüm oranlarına yol açtı. Keza, bebek katlinin ve kürtajın yasak olması, Hıristiyanlar arasında görece daha yüksek doğurganlıkla sonuçlandı. Kadınların din değiştirme olasılığı erkeklerden daha yüksek olduğu için Hıristiyanlar arasında erkeklerden daha fazla kadın vardı; paganlar arasında ise erkekler kadınlardan çok daha fazlaydı.
Erken Hristiyanlık, doğru olanı yapmak için kısa vadeli teşvikler yaratarak insanların sarhoşluk ve fuhuş gibi toplumsal sorunları çözmelerine yardımcı oldu. Bu gibi uygunsuzlukların damgalanıp, faillerinin dışlanması da yeni dinin yayılımını destekleyen bir grup seçilimi yarattı. Ne de olsa öbür dünyaya ötelenen yaptırımlar, örneğin içkiye karşı koymamızı sağlamayabilirken hızlı bir sosyal dışlanma tehdidi bireysel kararlarımızı etkileyecektir. Bu tür normların bir kez kurulduktan sonra neden devam ettiğini anlamak kolaydır. Sarhoşların dışlandığı gruplar daha iyi sonuçlar elde ederse ve bu sonuçlar gözlemlenebilirse normlar “diferansiyel taklit” yoluyla bir gruptan diğerine yayılacaktır.
İsa’nın Müjde’sini duyurmak için yola çıkanların sınıfsal arka planı, yayılımının altında yatan toplumsal dinamikler hakkında fikir vermektedir. XX. yüzyılın ikinci yarısına kadar ana akım tarihçilerin ve sosyologların çoğu, erken dönem Hıristiyanlığın mülksüzleştirilmiş kitlelerin bir hareketi, Roma’nın köleleri ve yoksul kitleleri için bir sığınak olduğu konusunda hemfikirdir. Friedrich Engels, Hıristiyanlığın “ezilen insanların bir hareketi” olarak başladığı iddiasını ilk ortaya atan düşünürdü: “İlkin kölelerin ve azatlıların, yoksulların ve haklardan yoksun insanların, Roma tarafından boyunduruk altına alınmış ya da darmadağın edilmiş halkların dini gibi göründü.”
Bununla birlikte, ezilenlerden yana bir İsa ve “proleter” takipçiler topluluğu, Soğuk Savaş döneminin antikomünist vurgusuyla açıkça çelişki içindeydi. Bu çelişki, Engels’in ve genel olarak İsa’ya dair Marksist bakışın “marjinalize” edilmesiyle aşıldı.
Erken dönem Hristiyan topluluklarda soyluların yokluğundan rahatsızlık duyan tarihçi Edwin Judge’a (1960) göre, Hıristiyan grupların Roma sınıf sisteminin üst tabakalarından yararlanmadıkları iddiası anlamsızdı. Onların yokluğu, toplam nüfusun küçük bir kısmını oluşturmalarından kaynaklanıyordu. Dahası, sosyal olarak durgun bir grup olmaktan çok uzak olan ilk dönem Hıristiyanlar, büyük şehirlerin nüfusunun sosyal açıdan gösterişli bir kesimi tarafından yönetiliyor olmakla, hiçbir şekilde toplumun en aşağı kesimi değildi. Köylüler ve toprak köleleri en imtiyazsız sınıflar olmakla, Hıristiyanlığın fazla temas kurmadığı bir kitleydi.
Judge, Aziz Pavlus’un Korintliler’de (1: 27-28) geçen şu sözlerinin de yanlış yorumlandığını düşünüyordu: “Birçoğunuz insan ölçülerine göre bilge, güçlü ya da soylu kişiler değildiniz. Ne var ki Tanrı bilgeleri utandırmak için dünyanın saçma saydıklarını; güçlüleri utandırmak için de dünyanın zayıf saydıklarını seçti.” Pavlus burada, takipçileri arasında bilge, kudretli ya da soyluların bulunmadığını değil, “çok fazla olmadıklarını” söylemekteydi; demek ki az da olsa varlardı. Yine de Judge, ilk yüzyıldaki Hristiyanların erken doğmuş burjuvalar olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmedi.
Tarihçi Judge bu türden “bilimsel” çabalarda yalnız değildi. Bugün Yeni Ahit tarihçileri arasında Hıristiyanlığın aslında orta ve üst sınıflara dayandığı konusunda genel bir mutabakat mevcuttur. Jean Danielou ve Henri Marrou (1964), ilk kilisenin işleyişinde “zengin hayırseverlerin” rolünü tartışırken tanınmış ilahiyatçı Robert M. Grant (1977) erken Hıristiyanlığın “büyük ölçüde orta sınıf kökenli, az ya da çok yoğun gruplardan oluşan nispeten küçük bir küme” olduğunu savunmaktadır. Keza, ilk kilise yazarlarının dilini ve üslubunu analiz eden Abraham J. Maiherbe (1977), onların okuryazar ve eğitimli bir kitleye hitap ettikleri sonucuna vardı. Alman Protestan ilahiyatçı Gerd Theissen (1982), birinci yüzyılda Korint kilisesi üzerine yaptığı ayrıntılı çalışmasında, cemaat içerisinde bazı zengin Hıristiyanlar keşfederken tarihçi Robin L. Fox (1987) “yüksek statülü kadınların” varlığından bahsetti.
Hristiyanlığın yoksul yanlısı görünümü, Soğuk Savaş döneminde o kadar çok hücuma uğradı ki Marksist tarihçi Heinz Kreissig bile Engels’in tezini yadsıdı ve ilk Hıristiyanları “iyi konumlanmış zanaatkârlar, tüccarlar ve serbest meslek erbabından oluşan kentsel çevrelerden” gelen kişiler olarak tanımladı. Yine de bu dönemin antikomünist tarihçileri, İsa’nın aslında soylu bir aileye mensup, zengin tüccar olduğunu iddia etmekten kaçındılar; O’nu kolektivist aşırılıklarından arındırmakla yetindiler.
Antikomünist tarihçi ve ilahiyatçılar, zorlama yorumlarına rağmen İsa’nın ve ilk Hristiyanların hikâyesindeki şu yalın gerçeği örseleyemediler: Hıristiyanlığın antik Roma düzeni içinde bir “yeniden canlandırma” işlevi görmesi, etnik gündemden arındırılmış tutarlı bir kültür sunması sayesinde mümkün olmuştu. Etnik bağlardan vazgeçmeye gerek kalmadan herkes “içeri” alındı. İlk girenlerin yoksullar, köleler ve kadınlar olmasında şaşılacak bir yön yoktur. Yeni, evrenselci ve kozmopolit normlar güçlendikçe etnik kimlikler arka planda kaldı. Böylece erken Hıristiyanlık, Yahudiliğin -yeniden canlandırma için temel teşkil etmesini engelleyen- etnik engelini aşabildi.
SONUÇ
İsa’nın ve ilk Hristiyanların hikâyesinin nasıl yazılacağına dair çekişmeler, sömürü ve tahakküm ilişkilerinden bağımsız değildir. Dolayısıyla, Miladi birinci yüzyılın kolektivist ve dayanışmacı kilise cemaatinin ardından XII. yüzyılda Doğu’yu fethe çıkan Haçlıların, XIX. yüzyılda ilkellere uygarlık götüren Avrupalı sömürgecilerin sahne alması ve benzer gelişmeler, O’nun hikâyesine kulak tıkamanın gerekçesi olamaz. Yuhanna dâhil İncil yazarlarını, gerçekleri kendi senaryolarına uydurmaya çalışan basın muhabirlerinden ayırt edebilmeliyiz. Onların anlatılarında İsa, saraylarında oturup âleme nizam verenlerin değil, ezilenlerin ve yoksulların yanında olduğunu ilan etmektedir. Bu anlamda İsa’nın doğumunu kutlamak, halen geçerliliğini koruyan eski bir devrim hikâyesini onurlandırmaktır.