‘Pablo Neruda’nın sözlerinden esinlenerek hukuk uygulamasında bilimden ve temel ilkelerinden koptuğu için boş bir çuvala, bu yüzden yerlerde sürünmekte, bir türlü dik durup ayağa kalkamayan bir ‘çuvala, gerçeğin gölgesi’ne dönmüş olan duruşma aşamasının başına gelenler üzerinde duralım.’
İlkin, Pablo Neruda’nın “Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler” sözlerinden esinlenerek aynı nedenlerle hukuk uygulamasında bilimden ve temel ilkelerinden koptuğu için boş bir çuvala, bu yüzden yerlerde sürünmekte, bir türlü dik durup ayağa kalkamayan bir “çuvala, gerçeğin gölgesi”ne dönmüş olan duruşma aşamasının başına gelenler üzerinde duralım.
BİRİNCİ ÖRNEK
Türkiye’nin en büyük illerinden birinde yargıçlık stajımı yapıyorum.
Ağır ceza mahkemesindeyim.
Kürsüdeki yargıçların tamamı kadın.
Cezaevinden birini getirdiler. Günyüzü görmeyen teni, kahverengimsi bir renge bürünmüştü, adamcağızın.
Hüt dağı gibi şişmiş dosyaya bakıldı, ilkin.
Mahkemenin beklediği yanıt gelmemişti.
Savcı, “Beklensin” dedi.
Dâmgâha (cezaevi) bağımlı sanık, saygıdan uzak, kaba saba bir tavırla savcıyı göstererek:
-Orada oturan bir başka bey, dört yıl önce idamımı istemişti. Artık dayanamıyorum. İdam edecekseniz bu işi bir an önce bitirin!” diyerek yanıtladı.
Sadece üç bin yıl önce Hititlerde değil, kural olarak, yasalarını aldığımız bütün günümüz ülkelerinde, yoksul Afrika ülkelerinde bile, tek oturumda yapılıp bitirilen duruşma aşaması (Ceza Yargılama Yasası [CYY], m. 190/1), evet, sözüm ona duruşma, görkemli cübbeleriyle kürsülerinde oturan yargıçlarca bir başka oturuma ertelendi.
Sanık ise, ağzından memesi alınmış bir bebek gibi, başını eğerek jandarmaların arasında duruşma salonundan çıkıp gitti.
Çarpılmıştım!?
Demek, bu sanık, ben, fakültenin ikinci sınıfındayken tutuklanmış; bu arada ben, fakültemi bitirmiş, askerliğimi yapmışım. O sanık ise, tutuklandığı günden bu yana ölüm cezası tehdidiyle yargılanıyor, her gün “Beni ne zaman asacaklar!?” korkusu, kaygısı içinde yaşayıp gidiyordu.
Daha sonra dava dosyasını incelemiştim. İlk oturumda sanık, ikinci oturumda tanıklar dinlenmiş, daha sonraki oturumlarda ise çeşitli işlemler yapılmış, her oturuma başka başka yargıçlar katılmışlardı.
Elbette ahlaksal ve hukuksal değerlerin taşıyıcısı ve haksızlığı dışlama bilincinde olan yargıçlar, kasaplar gibi karınları değil, herkesin güvendiği, Kant’ın tanımıyla “iç mahkememiz”i, Juvenalis’in benzetmesiyle “içimizde gizli kırbaç taşıyan cellat”ı, yani değerlerin sesi olan “VİCDAN”ı doyuran, ahlak temelinde gelişen hukuka göre adaleti gerçekleştirmek zorunda olan insanlardı.
Öyleyse ölüm cezası ve tehdidiyle yargılanan biri, yargılama sürecinde, özellikle de duruşma aşamasında hukukun haklarla ve özgürlüklerle donatılmış, John Rawls’un (1921-2002) deyişiyle “Toplumsal kurumların birinci erdemi” sayılan adalet beklentisi içinde bulunan bir hukuk öznesi miydi ya da nasıl olsa ölecek gözüyle bakılan sıradan bir kurban adayı, bir araç mıydı?
Yargılanan kişi gerçekten bir “hukuk öznesi” ve yapılan işlem de gerçekten bir “duruşma” ise, bu duyarsızlık, bu mesleki yozlaşma nasıl açıklanabilirdi!?
Bunda üzücü, acı, başkaldırtıcı bir yanlışlık yok muydu? Varsa bu yanlışlığı kim ya da kimler ve niçin yapıyorlardı?
Ben, bu olayı, ömrüm boyunca hiç unutamamış, insanlarımız adına için için ağlamışımdır.
Ne var ki, dünlerden bugüne durum hiç değişmemiştir. Aynı sahnelere bugün de tanık olmakta ve hâlâ ağlamaktayım.
İKİNCİ ÖRNEK
Yargıtay Birinci başkanlığım sırasında yıllar sonra konuşma yapmak üzere daha önce görev yaptığım büyük bir ilçemize çağırmışlardı, beni. Konuşma sonrası salonda beni izleyen meslektaşlarımla birlikte adliyeye de uğramıştım.
Ayraç içinde belirteyim ki, bu ilçede daha önce görev yapan, ancak en verimli çağında ölen bir asliye ceza yargıcı, duruşmaları tek oturumda bitirmekle tanınmış, kendisinden sonra da bu alışkanlık sürdürülmüştü.
Meslektaşlarıma asliye ceza mahkemesindeki dava sayısını sormuştum.
893’tü.
“Eyvah, ne kadar çok!” demem üzerine meslektaşlarım, bayan yargıcı göstererek, “Yargıcımız çok çalışkan. Öyle olmasaydı dava sayısı daha da çok olurdu” demezler ki?
Bunun üzerine görev yaptığım sırada 30 bin kadar olan ilçenin nüfusunun benden sonra ne kadar arttığını sormuş, yaklaşık üçte bir oranında arttığını öğrenmiştim.
“Benim dönemimde tek oturumda duruşmayı bitiriyor ve karar veriyorduk. Ben, bu ilçeden ayrılırken Asliye Ceza Mahkemesinde hiçbir dava bırakmamıştım. Yani sıfır dava dosyasıyla ayrılmıştım. Ayrıldığım gün yeni beş dava açılmıştı” deyince meslektaşlarım, kolayca kestirilebileceği gibi, elbette çok şaşırmışlardı.
Unutulmamalıdır ki, tek oturumda bitirilip kararla sonuçlanmayan her dava, ağır bir yargılama yanılgısı (adli hata) olasılığına açık ve gebe demektir. Hele bir de oturumlarda yargıçlar değişmişlerse, izlenimler değil. dava dosyası sık sık değişen yargıçlardan yargıçlara aktarılmışsa, bu olasılık yüzde yüze yakındır. Bu nedenlerle yargıçların değiştiği ve yedek yargıcın katılmadığı her duruşma, ülkemizin benimsediği suç yargılama süreci hukuku dizgesi içinde ve Türkiye dışında, özellikle yasalarını aldığımız bütün ülkelerde “kesin hiçlik” (mutlak butlan, nul absolu) yaptırımıyla geçersizdir.
Tam da bu satırları kaleme aldığım sırada televizyon, ülkemiz insanlarının merakla izledikleri bir ağır ceza mahkemesi davasında “DOSYANIN VE TUTANAKLARIN İNCELENEREK bir karar verilmesi için duruşmanın başka bir tarihe ertelendiği”ni duyurmaktaydı.
Bu gerekçede kullanılan sözcüklere ve de yanlışlığı tutanağa bağlayan itirafa lütfen dikkat ediniz. Mahkeme yargıçları, kanıtlarla yüz yüze gelerek, onları görerek, araya bir başka engel koymaksızın doğrudan ilişki kurarak duruşmayı yapmışlarsa, neden “Kanıtlara ve duruşmada edinilen vicdani kanıya göre karar” vermiyorlar da, kendi itiraflarıyla “Dosyayı ve tutanakları inceleyerek,” yani dosyadaki yazılı belgelere, tutulan tutanağa göre karar vereceklerini itiraf ediyorlar ve de bu tutum, olağan ve hukuka uygun bir işlemmiş gibi de Türk kamuoyuna duyuruluyordu?
Çünkü benim ülkemde “herkese açıklık ilkesi” dışında hukuk dogmatiğinin, biliminin dogmatik hukuk uygulamasına yansıttığı sağlam ve sağlıklı duruşma aşamasının temeli, olmazsa olmazı olan hiçbir ilkeye uyulmamakta, o ilkeler yaşanmamakta; bunlar yalnızca fakültelerde okutulan bilimsel yapıtlarda bir süs olarak kalmakta, uygulamada asla gerçekleşmemekte, hiç kimse de, bunların üzerinde durmak gereğini bugüne değin duymamıştır, bugün de duymamaktadır da ondan.
ÜÇÜNCÜ ÖRNEK
Keşif yerindeydik. Bilirkişiler, uyuşmazlık konusu tarlayı ölçüyorlardı. Yargıç ya da savcı adayı olarak benim de katılacağım kura çekimine sayılı günler kalmıştı.
İlin en başarılı ve güvenilir hukukçularından, daha sonraları Yargıtay üyesi de olan merhum asliye hukuk yargıcı, stajın bitimi sonrası atanacağımı anımsatarak sormuştu:
“Yargıç mı olmak istiyorsun, savcı mı?”
“Hangisi olursa,” yanıtını vermiştim.
Alındı.
“Ne o, bu mesleği, bizleri beğenmedin mi?” diye sorması üzerine de kendisine şunları söylemiştim:
-Bazı işlemleri anlamakta zorlanıyorum, çok da yadırgıyorum. Duruşmanın ilk oturumunda tarafları ve vekillerini çağırıyorsunuz. Onlar hiç konuşmuyorlar. Siz, onların yerine yazmanınıza (kâtip) tarafların geldiklerini, dava ve yanıt dilekçelerini yinelediklerini tutanağa geçirtiyor, daha sonraki oturumlarda neler yapılacağını yine tutanağa yazdırtarak yeni bir duruşma günü belirliyorsunuz, o kadar. Duruşmaya başlamak için böyle bir oturuma ve de işleme gerek var mı?
Uzunca bir süre yüzüme baktıktan sonra yargıç, “Bilmem, hiç düşünmedim. Ağabeylerimizden böyle gördük. Biz de onlar gibi yapıyoruz.”
Çünkü ülkemizde Hukukçunun Esinlendiği Örnekler, Hukuk Bilimi Değil, Öncel (Selef) hukukçulardır.
Öyle ya. Hazır ağabeyler ya da ablalar gibi örnekler, önceller (selef) varken, hukuk fakültelerinde okutulan kitaplara ve öğretilen bilgilere, bilimsel yapıtlara başvurup, onca sayfayı zaman zaman karıştırıp okumaya ne gerek vardı!?
Tam da bu noktada kendisinden önceki meslektaşlarına öykünmenin (taklit) üzücü sonuçlarını çarpıcı bir örnekle ayraç içinde belirtmek isterim.
Gerçekten aynı ilçede görev yaptığımız bir yargıcımız, görevime başlarken şunları anlatmıştı: “Burası, orman değerlerine karşı pek çok suçun işlendiği bir bölgedir. Ben ise, orman hukukuyla ilgili yazılı hukuku hiç bilmiyordum. Bu yüzden benden önceki yargıca nasıl kararlar vermek gerektiğini sormuştum. O da, kendi verdiği kararları örnek alabileceğimi söylemişti. Ben de öyle yapmıştım. Ancak 6831 sayılı Orman Yasası’na göre verdiğim kararların hepsi Yargıtayca bozulmuştur.”
Çünkü yargıcımız, öngördüğü hapis cezasını verirken alt sınırdan uzaklaşmış, ancak ne Arapça ne de Türkçe olan “takdiren” sözcüğünü kullanmayı unutmuş, bu gerekçe eksikliği yüzünden bütün kararları bozulmuştu.
Kuşkusuz bu sözler, bu itiraf, bu olay, çok, ama çok önemliydi. Çünkü çok şeyi, her şeyden önce de ülkemin hukukçularının izledikleri yöntemin ne, hukukunun nerede ve hangi düzeyde olduğunu anlatıyordu.
Buna karşılık bütün Batı ülkelerinde, Batının sömürgesi olmuş ülkelerde yapıldığı üzere, duruşma yargıcı, önceden dava dosyasını incelese ya da, daha doğrusu ve daha iyisi, önyargı oluşmaması için güvendiği bir yazmanına (kâtip) o dosyayı inceletseydi, bunun sonucunda da keşif ve / ya bilirkişi incelemesi yapılacaksa, ilk önce onları yapsaydı ya da yaptırsaydı, daha sonra da tarafları ve de, varsa ve gerekiyorsa, tanıkları, bilirkişileri çağırıp dinleyerek duruşma, daha doğru terimle tartışma aşamasını gerçekleştirseydi, elbette yargılama etkinliğinin bu en önemli aşaması tek oturumda biterdi.
Özetle “Yaşamda biricik doğruyu gösteren bilim,” benim ülkemde, uygulamada yılardan beri çoktan unutulmuş, onun yerini çoğu kez bilimden, kültürden koparak uygulamalar yapan ablalar, ağabeyler gibi, sözüm ona “yol göstericiler” almışlardı!?
Nasıl bir anlayış, ne biçim bir öykünme, ne saçma bir yaklaşımdı, bu!?
Böyle bir anlayış, yaklaşım, acaba benim ülkemden başka bir ülkede, özellikle de Batı ülkelerinde var mıydı!?
Elbette yoktu, olamazdı da.
Bu nedenlerle de sık sık “Aman Tanrım,” demişimdir, “Ben, Aydınlanma yüzyılını yaklaşık iki, üç yüz yıl geride bırakmış bir çağda mı, yoksa hâlâ Ortaçağda mı yaşıyorum!?”
İşte bu yüzden, bu değerli yargıcın zahiri ve selefileri anımsatan ve daha önce de bir yerlerde okuduğum bu ortaçağ yanıtını ömrüm boyunca hiç, ama hiç unutmadım, unutamadım; dolayısıyla bu yaklaşımla, anlayışla yine ömrüm boyunca sürekli çarpışıp durdum.
DÖRDÜNCÜ ÖRNEK
Yılların ağır ceza mahkemesi başkanı, bütün çalımıyla ülkemize gelen Alman meslektaşına nasıl bir ders verdiğini anlatıyordu.
Almanya’da yargılanan bir suçun tanığı Türkiye’deydi ve dinlenmesi gerekiyordu. Bu nedenle davaya bakan Alman Mahkemesinin üyelerinden bir yargıç, anlaşılan hukuk diliyle “naip yargıç,” tanığın dinlendiği oturuma, kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesi gereğince zorunlu olarak katılmak ve izlenimlerini ülkesindeki kendi mahkemesinin yargıçlarına aktarmak üzere Türkiye’ye gelmişti.
İşte o tanık dinlenirken naip yargıç, notlarına bakarak tanığa doğrudan soru sormak için söz istemiş, bizim babayiğit Türkçü başkanımız ise, bu yasal, mantıklı ve haklı isteği şu gerekçeyle reddetmişti:
-Burası Türk mahkemesi, Alman mahkemesi değil!?
Zavallı konuk yargıç, önce şaşırmış; daha sonra da, hiç sesini çıkarmadan tanığın dinlenilmesini izlemekle yetinmek zorunda kalmıştı.
Bilindiği üzere duruşmayla birlikte, tıpkı Macellan’ın ilk kez dünyanın çevresinde dönmesi gibi, sonucu belirsiz bir serüven başlar. Bu serüvenin herkesi doyuracak biçimde olması ve ulaşılan sonuca saygıyla boyun eğmesi için duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerine göre yapılması zorunludur.
Duruşmada kanıtlarla doğrudan ilişki, iletişim kurma (yaygın deyişle doğrudanlık) ilkesinden hiç haberi ve Sokrates ya da Decartes’ın düşünsel ve mantıksal torunlarından olmayan yahut da olamayan, bu yüzden de bilgisinden, bildiklerinden hiç mi hiç kuşkulanmayan bu büyük başkanımız(!) yaşadığı bu olayı övünerek anlatıyor, çevresindeki hukukçular da, Alman yargıca verdiği bilgisizlik ürünü bu dersten dolayı, yine bilgilerinden hiç kuşkulanmaksızın, hangi duygu ve gerekçeyle bilinmez, onu alkışlıyorlardı!?
Bu ise, bilinçsizlikle birlikte yargıcın yaşadığı ruhbilimsel karmaşa duygusunun bütünleştiği gülünç bir durumdu, hiç kuşkusuz.
VE BİR ANI
Petersburg’dayız.
Özellikle yanımdaki meslektaşlarım duysunlar ve öbür meslektaşlarına aktarsınlar diye akşam yemeğinde bizi ağırlayan istinaf mahkemesi başkanına, ne söyleyeceğini az çok kestirerek, soruyorum:
-Duruşma yargıcı, duruşma sırasında karar vermeden hastalanırsa ya da ölürse ne yaparsınız?
-Elbette yeni bir yargıçla yeni baştan duruşma yapılır ve karar verilir.
-Peki, böyle bir durum hiç yaşandı mı ülkenizde?
Önce anımsamadığını söylüyor, Başkan. Ancak birkaç dakika sonra:
-Evet, evet. Bir hukuk mahkemesi yargıcı, duruşma yaptığı gün, baktığı üç davada da hem karar vermiş, hem de kararlarını da açıklamıştı (tefhim etmişti). Ancak verdiği bu kararları yazıya dökemeden ölmüştü.
-Peki, ne yaptınız?
-Elbette yeni bir yargıçla yeni baştan duruşmalar yapıldı, yeni kararlar verildi.
İyi ki, bu durumda bizde neler yapıldığını sormadı, başkan.
Belki de anladı ya da biliyordu, kim bilir?
Yeni yargıcın yeni baştan duruşma, yani tartışma yapmaksazın “eski tutanaklar okundu” türünden yasa dışı, kendini aldatan, yalnızca gözleri ve kulakları değil, insan aklını da dışlayan yöntem saptırmalarıyla kararlar verildiğini, yargıçlarımızın duruşmadan edindikleri izlenimleri ve (vicdani) kanıyı birbirlerine tutanaklarla ciro ettiklerini ya da daha sonraları, yani 24.11.2016 tarihinden bu yana ise, yeni yargıcın “tefhim (açıklanan) edilen hükme uygun olarak gerekçeli kararı bizzat yazarak,” toplu mahkemelerde ise, “öbür yargıçların durumu açıklayıp kararı imzalayacaklarını” (24.11.2016, 6763 sayılı Yasa, m. 31) söyleseydim kim bilir neler düşünürdü?
Geliniz, hep birlikte ne düşündüklerini düşünelim ve başkaları yerine kendimiz söyleyelim: “Türkler de, Türkler adına yasa çıkaranlar da yargılama, özellikle de duruşma (tartışma) kavramlarını hiç bilmemektedirler.”
Sözün kısası, demek, biz Türk yargıçları da, evcilik oynar gibi, hiç okunmadığı halde “Eski tutanaklar okundu” diyerek, itiraf edelim ki, şeffaflığı dışlayarak, körleşmeyi kışkırtarak, yargılamayı kangrenleştiren gerçeğe aykırı belgeler düzleyerek ve, en önemlisi de, kendimizi aldatarak, duruşmaları yasalara göre yaptığımızı, duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerini aştığımızı sanıp kendimizi yıllardan bu yana, bütün dünyaya ve de hukuka inat, avutup durmaktayız.
Hep birlikte düşünelim: Bir ülkede duruşma, hız kesilmiş, alev sönmüş, tartışma eşiğine bile girememiş ve katılanların varlığını yansıtan sessiz bir tutanağa dönüşerek gerçek anlamından saptırılmışsa, doğru anlamda duruşma yapması gereken yargıç, artık yargıçlık yapmıyorsa, tutanak okumanın ne yararı, ne anlamı var ki?
Kızılderililerin şu atasözünü hiç unutmayalım: “Kokuyu yayan ayaksa, çorap değiştirmenin hiçbir yararı yoktur.”
Özetle, ülkemiz uygulamasında yaşanan ve duruşmada edinilen izlenimlerin ve vicdani kanının yargıçtan yargıca aktarılabileceğine dayanan bu duruşma anlayışını, daha doğrusu “saçmalık”ını (absurdité, absurdity, absurdità), Kafka’nın “Dava” adlı yapıtıyla bile sergilemek ve açıklamak olanaksızdır. Çünkü böyle bir iddia ve anlayış, yaşanan saçmalığı yeni bir yeni bir saçmalıkla savunmaya, açıklamaya çabalamaktır. Bu ise, hem boşunadır, hem de en azından duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerini bir kez daha çiğnemek, kuralsızlıklara, ilkesizliklere sarılmak demektir.
Unutulmamalıdır ki, çok duyarlı olan duruşma sırçası, bir kez kırılmaya görsün, onu birleştirmek, artık olanaksızdır.
TANI: DURUŞMA İLKELERİNİ ÇİĞNEMEK
Yıl, 1993. Tarihi, Eski Tunç Çağı’na (MÖ 3000) değin uzanan, İskenderiye ile birlikte düşünce tarihinin ilk iki büyük kitaplığından birinin kurulduğu, bilim ve sanatın tarihsel merkezi, Pergamon Krallığı’nın (MÖ 282-133) başkenti Bergama’da uluslararası bilimsel bir toplantıdayız.
Toplantıya Almanya Wuppertal Eyalet Mahkemesi Başkanı Dr. Klaus Wiese de katılmış ve bana Türk mahkemelerinde yapılan duruşmaları izlemek istediğini söylemişti.
İlçe savcısını aradım. Konuk yargıcın asliye hukuk, ağır ceza ve asliye ceza mahkemelerinde sürdürülen duruşmaların özellikle son oturumlarına katılmasına yardımcı olmasını söyledim.Katıldığının ertesi günü Alman meslektaşıma izlenimlerini sordum. Bu konuda konuşmakta çok isteksiz görünüyordu. En sonunda düşüncelerini mektupla yazacağını söylemekle yetindi.
Nitekim Almanya’ya döner dönmez Başkan Dr. Klaus Wiese, izlenimlerini yazdı. Özetle “Sizler, anladığıma göre bizden aldığınız yasaları çok değiştirmişsiniz. Ben, çok ülke gezdim. Ancak sizin ülkenizdeki gibi duruşma yapıldığına hiç tanık olmadım. Yargıçlarınız, tarafları hiç dinlemiyor, sadece daktiloda yazan yazmanlarla ilgileniyorlar” diyordu, mektubunda, meslektaşım.
Aslında Yasa, konuk yargıcın dediği boyutta asla değişmemiş; ancak tam olarak algılanamadığından yozlaştırılmıştı. Özellikle böyle bir duruşma anlayışı ve uygulaması yeryüzünde yoktu.
Olamazdı da.
Özetle konulan tanı, çok açık ve de çok doğruydu. Çünkü ben de bunları yeğin ve yoğun olarak yaşamıştım, o gün bugün de yaşıyordum.
Suç yargılama hukuku sürecinde ülkemizde kovuşturma evresinde özellikle duruşma aşamasının başına gelenler, gerçekten çok üzücüdür. Şemseddin Sâmi’nin anlatımıyla Türkiye, bu konuda “hasenâtı (iyilikleri) seyyiâtına (kötülüklerine) galip (üstün)” bir dizge yaratmayı ve uygulamayı bir türlü becerememişti, bugün bile becerememiştir.