İstanbul Kültür Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Hande Ramazanoğulları “Boris Johnson iktidarı parlamentoda onaylanan yasayla tarihte 300 yıldan fazla geriye giderek İngiliz siyasetinin belirsizlik dönemlerine geri dönüşün adımlarını atmaktadır” diyor.
2021 yılı sona ererken, İngiliz Parlamentosu başbakan Boris Johnson’un önderliğinde Muhafazakarların çoğunluk oylarıyla, İngiliz ve Galler halklarının protesto ve gösteri haklarının sınırlanması ve cezalandırılması yönünde polise ve mahkemelere geniş yetkiler veren Nisan ayından beri tartışılan yasa tasarısını onaylayıp, kanunlaştırdı.
Yasa, İngiltere’de 33 yaşındaki Sarah Everard’ın Mart ayı başında akşam saatlerinde evine yürürken öldürülmesinin ve görev başındaki bir polis memurunun olayla ilgili sorumlu tutulmasının ardından kadına karşı şiddeti protesto etmek için toplanan kalabalığa polisin sert müdahalesi sonrası gündeme geldi. Eyleme, metropolitan polisi pandemiye karşı alınan kapanma önlemlerini öne sürerek izin vermemiş; izinsiz gösteride polis dört göstericiyi tutuklamıştı.
Tartışmaların ardından hükümet kolluk kuvvetleriyle ilgili kapsamlı bir yasa hazırladı. Bu yasa içerisinde polisin kalabalık toplantı, gösteri ve eylemlerle ilgili yetkilerini orantısız arttıran düzenlemeler yer alıyor.Yeni düzenlemelere göre, polisin bir protesto eyleminin “kamusal alanda ciddi kargaşa, mallara ciddi hasar veya toplumsal yaşamda ciddi bir kesinti” yaratabileceğini ortaya koyması halinde ciddi anlamda kısıtlayıcı ve cezai yetkiler veriliyor.
Polise eyleme başlama ve bitme saatine karar verme, gürültü sınırlaması getirme ve tek kişilik eylemlere bile söz konusu kuralları uygulama yetkileri tanınıyor. Yeni yasayla, önceki durumda eylem esnasında kamusal mallara 5000 pounda kadar zarar gelmesi halinde uygulanan 3 aylık hapis cezası 10 yıla kadar çıkartılabiliyor, göstericilerin yanlarında el feneri, bisiklet kilidi gibi aletler bulundurulması yasaklanıyor, tek kişinin yüksek sesle açıklama yapması dahi yasaklanıyor.
Yasanın, siyasi eleştirilerin odağına oturduğu İngiltere kamuoyunda, “eğer 1963 yılında yasanın hamisi İçişleri Sekreteri Priti Patel, ABD’de işbaşında olsaydı, Martin Luther King ‘Bir hayalim var’ konuşmasını, Lincoln meydanında milyonlara haykırarak değil, bir arka sokak otoparkında fısıldayarak vermek zorunda kalırdı”(Raj Chada, protesto-gösteri avukatı), şeklinde yorumlar duyuluyor.
İnsan Hakları Ortak Komitesi yasayla ilgili yayınladığı raporda, İnsan Hakları 1998 sayılı kanunun, Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu maddelerini de kapsadığını, yeni düzenlemelerin ise protesto ve gösteri hakkının belkemiğine bir müdahale olduğunu, protestolar aracılığıyla barışçıl itiraz hakkının kolayca suç unsuru haline getirildiğini ifade etti.
Dünyada yükselen otoriterleşme ve sivil özgürlüklerin kısıtlanması uygulamalarından Avrupa ülkeleri de son yıllarda nasibini almıştı. Polonya ve Macaristan’ın, AB’nin demokratik temellerini oluşturan Kopenhag ilkelerine açıkça aykırı yasalar ve politikalar ürettiğini, AB’nin de bu durum karşısında sesini yeterince yükseltmediğini izlemekteydik.
Ancak İngiltere’nin de bu kervana katılması, sivil özgürlükler ve halk egemenliği açısından dünyadaki kötü gidişata rağmen beklenmedik bir gelişme oldu. Ülkemizde alışık olduğumuz üzere ekonomik liberalizmin ötesinde, siyasi liberalizmin ve toplumsal sözleşme geleneğinin beşiği olan İngiltere’de sivil özgürlüklerin radikal bir müdahaleyle, polisin vicdanına bırakılması liberal siyasi düşüncenin öncüsü John Locke’un fikirlerinin ölümünden üç yüzyıl sonra kendi vatanından sürülmesi anlamına gelmektedir.
17.yy İngiliz siyasi düşünürü Locke, dönemin kral taraftarı muhafazakarlarının karşısında siyasi düşüncelerini kaleme almış, liberal parlamentarizmi desteklemiştir. Önemli bir toplumsal sözleşme düşünürü olan Locke, siyasi kurumların ve iktidarın, ancak halkın rızası üzerine kurulabileceğini öne sürmüş ve siyasi egemenliğin en üst siyasi mertebesi olarak da parlamentoyu işaret etmiştir.
İktidara gelen hükümet, kral dahi olsa, parlamentoya yani halka karşı sorumlu bir siyasi kurumdur. Erkler ayrılığı, yani yasama organı olan parlamentonun ve yürütme organı olan hükümetin iki ayrı siyasi kuvvet olarak vazife yapması, liberal siyasetin elzem şartıdır. Hükümet etmekle görevli iktidarın, yasamayı ele geçirmeye doğru harekette bulunması durumunda, toplumsal sözleşme gereği halk, rızasını geri çekebilir, hükümeti bozabilir.
Hükümetler, Locke’un teorisinde, bir tröst, yani emanettir. İktidar, halkın yetkilendirdiği ve ancak kanunlarla sınırlı hareket etme gücü olan bir yürütme organıdır. Hükümet eden iktidar, siyasi egemenlik makamı değildir. Egemenlik makamı, toplumun nasıl yaşayacağının kodlarının yasalarla yazılı olduğu hukukun üretildiği parlamentodur, bizdeki karşılığı olarak millet meclisidir.
Peki iktidar yani hükümet, halkın egemenliğini bozan gayri-adil yasaları üretmenin bir yolunu bulur, halkın üstünlüğünü kendi iktidarının hiyerarşisinde eritmeye girişirse ne olur? Locke, bu durumda, halkın ihtilal yaparak hükümeti devirme ve yerine yeni bir adil hükümet atama hakkını öne sürer. 17.yy’da İngiltere’de kral yanlıları ve parlamento yanlılarının siyasi bölünme sonucu, yıllar süren siyasi ve askeri mücadeleleri sona erdiğinde, 1688 yılında dünya üzerindeki ilk insan hakları bildirgesi ortaya çıkar.
Bugün ABD Anayasasından, Birleşmiş Milletler deklarasyonuna, sayısız anlaşma ve konvansiyonun kısmen ya da tümüyle atıfta bulunduğu evrensel insan hakları, aslen İngiltere’de parlamentonun kral yanlılarına karşı kazandığı siyasi iç savaşın mamulüdür. O günün İngiltere’sinde, kral yürütme erkiyle yani hükümeti kurmak ve idaresiyle mesul ve yetkiliydi, halk ise yasama erkinde yani parlamentoda temsil edilmekteydi.
Erkler arasındaki savaşın önemli sebeplerinden biriyse, kralın parlamentonun yetkisine başvurmadan, halktan vergi alma, mülklerine el koyma, diğer hak ve özgürlüklerini gerekli gördüğünde kısıtlama, ele geçirme niyetiydi. İç savaşın, parlamentonun zaferiyle sonuçlanması, halkın hak ve özgürlüklerinin kralın, yani iktidarın her istediğinde ele geçirebileceği bir alt kategori olmaktan kurtularak, hukukun üstünlüğüyle yönetilen liberal parlamenter monarşinin yasalarıyla korunmasıyla sonuçlandı. Ve bu sonuç, bugün evrensel bir metin halini alan ve birçok ülkenin ve uluslararası kuruluşun Anayasa ve yasalarında da bulunan 1688 tarihli İnsan Hakları Bildirgesiyle belgelendi.
Tekrar günümüz İngiltere’sine döndüğümüzde, yukarıda özetlemeye çalıştığımız tarihsel ve kuramsal arka planı da göz önünde bulundurduğumuzda, monarşinin tamamen bir siyasi sembol haline indirgendiği, hükümetlerin de parlamento içinden oluştuğu İngiliz liberal demokrasisinde hak ve özgürlükler açısından kritik bir geri dönüşten bahsedebiliriz.
Muhafazakar Parti iktidarının, ülkesinin toplumsal sözleşmeye dayalı liberal siyasi mirasına ihanet edercesine, elindeki yürütme erkini halkın hak ve özgürlüklerine saygı gösterme ve koruma yönünde uygulamaktan kaçındığını görmekteyiz. İngiliz halkının barışçıl itiraz hakkını kolluk kuvvetlerini keyfi ve orantısız yetkilendirerek, vatandaşların kamuoyu oluşturma ve siyasete yön verme haklarını ellerinden alan Boris Johnson iktidarı, bu yasayla tarihte 300 yıldan fazla geriye giderek İngiliz siyasetinin belirsizlik dönemlerine geri dönüşün adımlarını atmaktadır. Bunun dünyanın geri kalanı ve Türkiye için sonuçlar doğurmaması zordur…