Bütün mümkünlerin kıyısında...

Bütün mümkünlerin kıyısında...

“AK Parti’nin en uzun on yılı, ilk on yılın tam tersine, ‘otoriterleşme ve fakirleşme’ getirdi topluma. Devleti ele geçirmek için verilen savaşta muhalefete düşenin bayraklaştırdığı insan hakları, demokrasi, sınırlı devlet, anayasa, kuvvetler ayrılığı, özgürlükler, açık toplum gibi yüksek ve parlak idealler ancak bir avuç romantik ve samimi liberalin gerçekten savunup sahip çıktığı değerler olarak kaldı.”

Yirmi dört yaşında “yetmez ama evet” derken, askeri vesayete karşı hayalini kurduğumuz ülke bu değildi. Askerin değil ‘seçilmişlerin’ yönetmesini istiyorduk. Gençtik. Saftık. İdealisttik. “Ama Türkiye’nin gerçekleri” denilerek kafamıza kakılıp durulan şeylere teslim olmak istemiyor, daha fazla özgürlük ve daha fazla demokrasi talep ediyorduk. Kürtler, dindarlar, öteki azınlıklar, liberaller, Atatürkçü olmayan solcular… Avrupa Birliği ve demokrasi vaat eden AK Parti geniş bir koalisyon tarafından destekleniyordu. Kenarda kalmışların, ezilmiş ve aşağılanmışların, taşradakilerin, merhum Şerif Mardin’in deyimiyle “çevredekilerin” öfkeli ve talepkâr sesiydi. Devletin gadrine uğramış geniş bir kesim AK Parti’de kendini buldu.

İlk yılların heyecanı ve motivasyonuyla ‘kurucu ideolojinin’ devlet içinde temsilcisi olan kökü ‘derinlerdeki’ geleneksel egemenlere, sivil-bürokrat kadrolara karşı ‘demokratikleşme’ mücadelesi verildi. Laiklik yanlısı katı Atatürkçüler bu çabalara hep kuşkuyla yaklaşmış olsalar da bütün aşırılıklarına ve kusurlarına rağmen bu dönemi çok anlamlı ve samimi buluyorum.

Suriye’de patlayan iç savaş, MİT krizi, Gezi Parkı olayları, Mısır’daki askeri darbe, 17-25 Aralık ve Gülencilerle başlayan kavga... Askeri vesayet tasfiye edildi derken AK Parti-Gülen kavgası geleneksel elitlere can suyu oldu. AK Parti giderek ‘kuşkucu ve otoriter’ bir partiye, tek adam giderek ‘tek başına adama’ dönüştü. Zamanında onu devirmek isteyen ‘devletçi güçlerce’ kuşatıldı ve ‘batı karşıtı milliyetçi bir fenomene’ dönüştü. AK Parti yalnız Gülencileri değil, kendisini iktidara getiren/iktidarda tutan sol/liberal/demokrat koalisyonu da tasfiye edip dağıttı, sadece orduya (ve varoluş nedeni her koşulda kayıtsız şartsız ‘devleti’ savunmak olan MHP’ye) yaslandı.

Yeni rejim Etyen Mahçupyan başta olmak üzere birçok aklı başında düşünürün/yazarın görüp ısrarla ifade ettiği gibi “Yeni İttihatçı” bir renge bürünmüştü. Bir miktar milliyetçiydi, bir miktar dindar. İlle de popülist, ille de devletçi! Kendisiyle barışılsa da İttihatçılığın ‘Kemalci’ değil ‘Enverci’ bir yorumu; daha az laik çünkü. Entelektüel sermayesini Necip Fazıl’ın ve Sezai Karakoç’un İslamcı, Attila İlhan’ın Ulusalcı, Kemal Tahir’in Osmanlıcı iddialarından alan ‘İttihatçı/Millî Görüş kırması’ batı/batılılaşma karşıtı/Neo-Osmanlıcı bir tuhaf eklektik ideoloji... Hala sürmekte olan ve daha ne kadar süreceği belirsiz, AK Parti’nin en uzun on yılı, ilk on yılın tam tersine, ‘otoriterleşme ve fakirleşme’ getirdi topluma.

Aslında bu hikâyede kimse masum değil. Cumhuriyet tarihimiz boyunca birbirlerine karşıtmış gibi görünen siyasi taraflar, iktidara geldiklerinde ‘devlet şiddetini’ meşrulaştırmak için Türkiye’nin haritadaki konumunun, tarihi bazı özel şartların, “dönemin koşulları” safsatasının arkasına sığındı. Sanki bugün demokrasiyi içselleştirmiş, hukuk devletini kurabilmiş toplumların tarihinde birtakım ‘sancılı dönemler’ yokmuş gibi!

Bir zamanlar ülkenin para, güç, yetki sahibi seçkinleri için taşradakilerin, kenarda kalanların ‘zorla Batılılaştırılması ve laikleştirilmesi’ gerektiği fikri, demokrasiden çok daha önemliydi. Elitlerimizin geleneksel yaşam biçimini değiştirmekte direnenlere karşı rahatlıkla gösterdikleri kibir, ‘yasakçı ve devletçi’ bir otoriter anlayışa güç ve hız verdi on yıllarca. Bu düşüncenin karşısında pozisyon almış gözükenler, demokrasiyi yalnızca ‘milli irade’ kavramına indirgeyenler ise çoğunluğun azınlığa tahakkümünü hak görerek, demokrasinin diğer ilkelerini (hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı) hoyratça aşındırdılar. Özgürlükler, seçimi bizimkilerin kazanması şartıyla milli iradeciliğe indirgenmiş ‘dar ve otoriter’ bir demokrasi anlayışına kurban edildi.

Devleti ele geçirmek için verilen savaşta muhalefete düşenin bayraklaştırdığı insan hakları, demokrasi, sınırlı devlet, anayasa, kuvvetler ayrılığı, özgürlükler, açık toplum gibi yüksek ve parlak idealler ancak bir avuç romantik ve samimi liberalin gerçekten savunup sahip çıktığı değerler olarak kaldı.

‘Devletçilik’ çoğunluğun genetik hastalığı… Dün de bugün de ‘devletin rolü ve sınırları’ üzerine liberal bir mutabakattan yoksunuz özetle. Hemen hemen bütün grupların temel niyeti iştah kabartan, çok güçlü, çok büyük, çok egemen, çok kapalı (haşa, Allah gibi yüce bir varlık olan) DEVLETİ ELE GEÇİRMEK! Devleti ele geçirerek, devleti soymak (devletin malı deniz…), soyarken de ya içi boş, yüzeysel bir ilericilik/çağdaşlık ideali ve laiklik adına ya da kerameti kendinden menkul yerli/milli geleneklerimiz ve din adına, devlet gücüne dayanarak ‘muhalefetsiz’ yönetmek… Muhalefetsiz yöneterek, arkalarına aldıkları kamu gücüne yaslanarak alabildiğince suç işlemek. Hâl böyle olunca, siyaset ‘vergi musluğuyla’ doldurulan hazinenin ‘kimlere aktarılacağının’ kavgasının verildiği, kaynakların yeniden paylaşıldığı güvenilmez bir alana dönüşüyor yığınların gözünde. İdeolojilerin, parti rozetlerinin, söylemlerin hiçbir anlamı kalmıyor.
Yine de enseyi karartmayalım. Burada yaşayanlara insan hakları ve hukuk devleti fazla değil. Devletin “gönüllü kulluğuna” dünden razı olmamalıyız. Hücrelerimize işlemiş ‘devletçilik’ virüsünden ve “devlet babadır/anadır” anlayışından kurtulmadıkça birey olamayız, ulus olamayız, özgür olamayız, devlet denen dev ejderhayı ‘hukukla’ sınırlayamayız. Bütün mesele ‘Türkiye’nin kutlu gerçeklerini’ kabul etmemekte ve ona karşı direnebilmekte aslında. Türkiye’nin hastalıklarını ve sakatlıklarını basitçe geçiştirmek için, son zamanlarda oldukça popülerleşen sloganın aksine, coğrafya ‘kader’ değil! “Burası İsviçre mi?” diye diye zaten Türkiye’yi Türkiye’ye benzettik ya iyice. “Burası Türkiye, olmaz, olamaz” dedikçe kendi özgünlüğümüzün esiri oluyoruz. “Ama Türkiye’nin gerçekleri…” diyen en büyük mürteci! İster laik olsun ister dindar. Sağdan ya da soldan, herkes Türkiye’yi Türkiye’ye benzetip öyle kalmasında ısrarcı… Türkiye’yi Türkiye ile değil ‘modern dünya’ ile tartmalı oysa!

İkinci Dünya Savaşı Mayıs 1945’de bitti. İki ay sonra, Temmuz’da İngiltere’de genel seçimler yapıldı. Hitler’i/Almanya’yı yenen, İngiltere’ye zaferi getiren Winston Churchill ağır bir seçim yenilgisi aldı. Demokrasi bilinci oldukça yüksek olan İngiliz toplumu, Britanya’yı ‘savaşta’ yöneten adamın, ‘barışta’ doğru adam olmadığına inanıyordu. Bu küçük ama anlamlı anekdot toplumların kendi kaderlerini ‘kendilerinin’ belirlediğini, başlarına gelen şeylerden yalnızca ‘kendilerinin sorumlu olduğunu’ gösteriyor. Demokrasi bir kez elde edilince sürgit var olmayı sürdürmez. Despotlara, devlet büyüklerine, kurtarıcılara, kahramanlara, ulu önderlere, reislere karşı onu her zaman korumalı ve kollamalıyız.

Bugün bir liberal olarak, karamsar duygularla haberleri okurken/seyrederken, 1990’da Berlin duvarı yıkıldığında inançlı Sovyet Komünistlerin yaşadığı mağlubiyet hissini yaşasam da… Her şeye rağmen bu toplumun bünyesinde ‘devletçi/otoriter yönlendirmelere’ karşı ‘liberal bir eğilim’ olduğuna inanıyorum, inanmak istiyorum. Türkiye buradan nereye gider, onu ‘Rusya’ya benzetmek’ isteyenler, “böyle bir şey olabilir mi” diyeceğimiz daha nelere nasıl cesaret edebilirler bilemiyorum ama şairin dediği gibi, “bütün mümkünlerin kıyısında”yız. Ve hiç birisi diğerinden daha az tehlikeli ya da zayıf ihtimal değil.

Öne Çıkanlar
YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum
  • Yalçın / 23 Mart 2025 07:34

    Bugünlerde gerçekten "bütün mümkünlerin kıyısındayız" Güzel bir doğum mu yaşanacak, yoksa ehil olmayan bir doktor eliyle zorla, yeniden kürtaj mı?

    Yanıtla (6) (0)
  • Ali / 23 Mart 2025 03:36

    Aklı Başında Bir Toplum Her 5 Yılda bir Meclisi Ve Yönetimi yenileyen Toplumlardır.
    Bir hamalın yükü geçicidir; fakat sahtekâr bir politikacının yükü kalıcıdır çünkü onun dolandırıcılıklarının muazzam yükünü her daim akılsız toplumlar taşımaktadır.

    Yanıtla (12) (0)
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN