A-ya-sof-ya
"Zin-cir-ler kı-rıl-sın A-ya-sof-ya a-çıl-sın”
Bu sloganı bilhassa 29 Mayıs’larda iştirak ettiğimiz Fetih Mitingleri’nde ben de çok attım.
Teması hemen hemen aynı bir sloganımız daha vardı:
“A-ya-sof-ya a-çıl-sın
Pat-ri-ka-ne dı-şa-rı!”
Sloganı atarken ‘Pat-rik-ha-ne” diye bölünmüyor hece. Aradaki ‘h’yi yutuyoruz.
Çıksın mı Patrikhane dışarı?
Şimdiki aklımla söylersem, dursun. Bir dini müessesedir. Dünya artık çok küçük ve bizim şu dünyada -eskiden başardığımız gibi- başka dinlerin, başka milletlerin mensuplarıyla birlikte yaşamanın yolunu bulmamız gerekiyor.
Benim İstanbul’da katıldığım, MTTB’nin düzenlediği ilk miting 1975’te veya 76’da yapıldı. Sonra başka mitinglerde de attık bu sloganları.
Kolaydı ve güzeldi slogan atmak. Biz o çağımızda attığımız sloganın önünü arkasını nereden bilelim.
(Çok sonra, sloganların önünü arkasını anlayacak hale geldik.)
Bir defasında, Sultanahmet Meydanı’na kadar yürüdük. Son konuşmalar Ayasofya’nın önünde yapılacak. Ayasofya’nın avlusu asker dolu.
MTTB’nin başkanı Kasım Yapıcı heyecanlı bir konuşma yaptı. O günlerde, “Bu sene Ayasofya’ya girilecek” diye bir fısıltı dolaşıyor. Girer miyiz acaba? “Yürüyelim arkadaşlar” der mi Kasım Yapıcı?
Demedi.
“Girsek gireriz” gibi şeyler söyledi. Ama “Hadi giriyoruz” demedi.
Deseydi ne olurdu?
Böyle içtimalarda insanların yani bizlerin gaza gelme katsayısı yükseler. Belki de uğraşırdık girmeye. Jandarma da bize mani olmaya uğraşırdı.
Biraz arbede, biraz gürültü patırtı, dağılırdık herhalde.
Eski Büyük Doğu’lardan birinin kapağında Ayasofya resminin bir köşesine kolajlanmış ağlayan bir yaşlı kadın fotoğrafı eşliğinde “Ayasofya’ya Anam Ağlıyor” manşetini ve manşetin altındaki Necip Fazıl Kısakürek imzasını da, evimizdeki Büyük Doğu ciltlerinden hatırlıyorum.
Baskı tarihi 1950. Ayasofya’nın ibadete kapatılmasından 16 yıl sonra. Yani hatıralar tazeyken.
Türkiye’de ‘İslamcılık’ diye bir şey varsa, -ki var, en azından bir adlandırma olarak- onun popüler temalarından biri Ayasofya’dır.
Bazen nadasa bırakılır. Bazen tazelenir.
Bugünlerde tazelenmiş görünüyor.
“Önce Sultanahmet’i doldurun” diyordu Cumhurbaşkanı Erdoğan.
Çünkü, o da çok iyi biliyordu, Ayasofya’yı açmak, sıradan, basit bir iş değil.
Bu sefer öyle demedi.
Şimdi, şu günlerde, tam da heyecan yükselmişken...
Açılır mı Ayasofya?
Müze olarak açık zaten. Cami olarak da niye açılmasın. Kolay. Vezneleri kaldırırsın, içine halı serersin birkaç imam, birkaç müezzin, birkaç kayyım tayin edersin olur biter.
Ama müze kararında Atatürk’ün imzası var?
Bazılarına göre de yok. Sonradan eklenmiş.
Yani tartışmak istersen konu tartışılabilir.
Başka bir dinin mabedini camiye çevirmek caiz mi?
Bir şeyi yapmayı kafaya koyup da fetva bulamayan var mı? Hele de madden veya manen kuvvetliyse.
Bulunur fetva.
Ayasofya Kayser’indi, Sultan Fatih de muzaffer sultan olarak Ayasofya’yı tevarüs etti ve cami olarak ibadete açtı.
Yani bunlar büyük meseleler değil, uzun uzadıya gerilip gerilip, coşup coşup tartışmanın da neticeye fazla bir etkisi yok.
Açılmasını istemiyorsan, açılmasına mani verileri sürersin masaya... Açılmasını istiyorsan mani olmayan hatta açılmasını amir olan verileri.
Gördüğüm kadarıyla, bugünlerde insanların yaptıkları da bu.
Ayasofya’yı ibadete açmak -tabii eğer açılırsa- mutlaka önemli bir karar olur.
Turgut Özal döneminde kısmen açılmıştı ibadete ve Hünkar Kasrı’nda öğle ile ikindi namazları kılınıyordu. Kur’an-ı Kerim de tilavet ediliyordu.
Burada bahsettiğimiz, müze statüsünün kaldırılması ve tamamının ibadete açılması.
Eğer yeterince güçlüyseniz, Doğu ne der, Batı nasıl bir tepki verir diye uzun uzadıya düşünmeden kararı alırsınız.
Güçlüsünüzdür çünkü. Size kimse gözünün üstünde kaşın var diyemez.
Ağyara, el alemin parasına, puluna, himmetine muhtaç da değilsiniz.
Açarsınız ve bir şey olmaz.
Türkiye’nin öyle güçlü olmasını kim istemez?
Yeterince güçlü değilseniz de alabilirsiniz Ayasofya’yı açma kararını.
“Sonuçları olur mu? Kızarlar mı, küserler mi bize?” Diye uzun uzadıya düşünmez, alırsınız.
Alır mıyız?
Şu anda bilmiyoruz. Temmuz’a kadar mühlet verdiler, bekliyoruz.