İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Kur’an Araştırmaları Merkezi’nde çalışmalarını yürüten eski Diyanet İşler Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, İslam’ın esaslarından uzaklaşıp dinde olmayan kutsallıklar peşinde sürüklenenlerin hazin akıbetini kaleme aldı.
ALİ BARDAKOĞLU
Günümüzdeki tarikat ve dinî cemaat örgütlenmeleri hakkında bir değerlendirme yaparken, İslâm tasavvuf düşüncesi ile bu düşüncenin sahaya yansıma biçimleri olarak tarikat ve dinî cemaat örgütlenmelerini birbirinden ayırarak söze başlamak gerekir.
İslâm tasavvuf düşüncesi İslâm’ın son derece önemli felsefî, zihnî, ahlakî ve derunî boyutudur. Bu boyut gerçekten bireyin dindarlığını güzelleştirip kemale doğru yol almasında ona önemli bir destek olmuştur. Dinî düşünceye bir başka yönden derinlik kazandırmıştır. Bu yönüyle tasavvuf düşüncesinin İslâm medeniyetine, İslam düşünce tarihine ciddî katkılarını kimse inkâr edemez. Gerçi tasavvuftan söz açınca özellikle Bayezid-i Bistâmî, Hallâc-ı Mansûr, Muhyiddin İbn Arabî gibi mutasavvıfların geliştirdiği teorik tasavvufun Bâtınî ve tevilci bir boyutunun da bulunduğunu ve bu boyutun dinin temel karakterine ve öğretisine aykırı fikir ve uygulamalara yol açma riski taşıdığını da burada kaydetmek gerekir. Nitekim Hâris el-Muhasibî, Ebû Talib el-Mekkî, Gazâlî gibi birçok mutasavvıf âlimin bu hususta uyarılar yaptıklarını, buna rağmen geçmişte de tasavvuf adına bazı sapkın fikir ve anlayışların ileri sürüldüğünü biliyoruz.
Tarihî süreçte tarikatlar birbirinden hayli farklı eğilimleri içinde barındıran bu zengin kaynaktan beslenerek ortaya çıkmış, beslendiği kaynağa, insan unsuruna ve içinde yaşadığı toplumsal şartlara paralel biçimde çeşitli şekiller alarak varlığını sürdürmüştür. Bunun için de tarikat örgütlenmesini ve dinî cemaatleşmeyi tasavvuftan ayırmak gerekir. Tarikatlarla tasavvufun özdeş görülmesinin yanlışlığı, sadece modern zamanlar için değil eski dönemler için de geçerlidir. Hele hele tasavvufun zengin düşünce birikimini günümüzde tarikat ve dini cemaat örgütlenmelerinin taşıyıp temsil ettiğini söylemek hiç mümkün değildir.
Günümüzdeki dinî cemaatleşmeler ve tarikat örgütlenmeleri geçmiş dönemlerdeki geleneksel sınırlarında kalarak insanların ahlakî gelişimine, derunî dindarlığına katkı sağlayıcı bir çizgide hizmet üretse, toplumda engin bir hoşgörünün yerleşmesine öncülük etse, toplumun sosyal bağını güçlendirici roller alsa hem meşruiyetlerini perçinlemiş, hem de dine ve topluma hizmet etmiş olurdu ama üzülerek görüyoruz ki öyle olmadı. Yani tarikat ve dinî cemaatleşme günümüzde Müslümanların dindarlığını güzelleştirme çabasından ekonomik çıkar ilişkisine, siyaset projesine, sosyal örgütlenme modeline dönüştü. Kendilerinden menkul kutsal makam ve otoriteler ihdas edildi, nev-zuhur kutsallıklar ve onun üzerinden dünyevî projeler ortaya çıktı. Bu gelişme de, hem tasavvufa hem İslâm’ın o güzel dindarlık modeline büyük zarar verdi. Sonuçta bugün tarikat örgütlenmeleri; İslâm’ın ana ilkeleriyle ve akidevî esaslarıyla uyuştuğunu söylemenin kolay, hatta bazen mümkün olmadığı bir anlayış, bağlılık ve inanışlar üreterek yola devam ediyor, varlığını güçlendiriyor. Hem de tarihte İslâm davetine öncülük etmiş alperenlerin yerine yeni bir tipoloji üreterek çevresindekilerin ve dünyanın İslâm algısını hayli hırpalayıcı bir rol icra ediyor.
Esasında İslâm tarihinde tasavvuf düşüncesinin ortaya çıkaran ortam, dünyevileşmenin ve dünya saltanatına dalmanın zıddına bir tepkiye işaret eder. Hepimiz biliyoruz ki Emevî iktidarı, Abbasî iktidarı dünyevileştikçe, bu iktidarlar dünya ihtişamına dalıp geniş halk kitlesinden kopmaya başlayınca kırılgan kesim ve gönül ehli olanlar kendi dünyalarında yeni bir serinlik, yeni bir huzur iklimine sığınıp mutluluğu orada arama yolunu seçtiler. Elbette yegâne sebep bu değildir ama bu durumun da belli bir payı vardır.
Böylece, zâhir-bâtın ayırımı başladı; dış dünyadaki bu katı ve hırpalayıcı yapının karşısında içte de ona alternatif bir manevî hiyerarşi âlemi tasavvuru gelişti. Manevî âlemde kurulan bu alternatif güç tasavvurunda yetki ve görev hiyerarşisinin de kurgulanması gerekiyordu. Öyle de oldu; maddî saltanat ve devlet hiyerarşisine alternatif olacak şekilde onun simetriğinde manevî âlemin tasarruf yetkisine sahip makam ve unvanlar ile bunlar arasındaki ilişkileri resmeden bir öğreti giderek gelişti. Kutup/aktâb, velâyet, makamlar, Şafiî muhitinin çok daha rağbet ettiği tecdîd/müceddid dahil birçok kavram ve öğreti bu sürecin ürünü olarak ortaya çıktı.
Belli şartlar içinde ortaya çıkan ve olgunlaşan tasavvuf öğretisi ve bu öğretinin telkin ettiği şahıslara bağlılıklar başlangıcından itibaren uzunca bir süre geniş halk tabakasının zabt u rabtına, bireyin dinî eğitim ve irşadına hizmet ettiği için tasavvuf dışı çevrelerce de sakıncasız bulundu. Hatta bu düşünüş biçimi iktidara yönelik tepki ve talepleri tavsattığı için kamu otoritesi cihetinden destek de gördü. Ancak olayların ve tarihin içinden bakarsak, sözünü ettiğimiz tasavvur ve öğretinin ortaya çıkışının ve giderek topluma yerleşmesinin dinî temelden ziyade bir içe kapanış ve kaçış, dünyevileşmeye ve dünya saltanatına karşı gönül ikliminde huzur buluş olduğu gözden kaçmamaktadır. Bir bakıma, maddî icraatlara karşı manevî tasarruf duasıdır. Zühd ve takvâ temelli tasavvuf düşüncesinin fâniler etrafında oluşan bir kutsiyet telakkisiyle irtibatı hâl alışı biraz da böyle bir sürecin ürünü olmalıdır.
İslâm’ın tarihi seyri içinde insanların tasavvufun gizemli dünyasına ilgi duymaları, birçok insanın kurtuluşu orada araması din dilindeki korku ve ümitsizlik söyleminin öne çıkmasıyla da alakalı bir husustur. Âhiretteki akıbeti hakkında sürekli korkutulan ve kendini ağır bir tehdit altında hisseden, bağımsız ve inisiyatif sahibi bir birey olmak yerine edilgen ve hakkında karar verilen nesne olduğu sürekli telkin edilen, neticede böyle bir ruh hali içinde güvenilir bir sığınak arayan insana tarikat söylemi kısa yoldan, zahmetsiz bir şekilde kurtuluş vadetmekte, bu vaad diğer dinî gelenekler gibi İslâm muhitinde de geniş halk kitleleri nezdinde etkili olmaktadır.
Tasavvuftaki “veli” tipolojisini ve ona atfedilen kutsiyeti sadece bu tür açıklamalara bağlamak yetersiz kalır. Kültür tarihçilerinin, antropologların konuyu Orta Asya başta olmak üzere İslam’a giren coğrafyalardaki kadim inanışlarının ve kültür mirasının İslam döneminde yeni bir formda kendini sürdürmesi yönüyle ele alması da inanıyorum ki önemli ipuçları verecektir. Aynı düşünce tarzının giderek küresel boyutta bir mehdi-mesih telakkisine uzanmasının ise dinler arası rekabet ve etkileşimle yakın ilgisi olmalıdır.
Ortaya çıkış serüveni nasıl olursa olsun, bugün için tarikat örgütlenmesi zühd ve derûnî dindarlık çizgisinin epey uzağına düşüp dünyevî bir amaca yönelmişse, tasavvufun ana istikametinden sapma olduğu açıktır. Günümüzde tarikatlar daha güçlü şekilde ekonomik sektör ve siyasal aktör olmuşsa, ideolojik yapı ve ayrıştırıcı söylem içinde güç toplayabiliyorsa, daha da ötesi her türlü dünyevî plan ve entrikanın içine girebiliyorsa artık tasavvuf düşüncesinden bir iz kaldığını söylemek mümkün mü? Bu yeni oluşum sürecinde tarikat ve dini cemaat örgütlenmelerinin tasavvuf düşüncesinin geçmişten kalan gizemli kavramlarını ve retoriğini bolca kullanıyor olması cezbedici olduğu kadar yanıltıcı da olmaktadır.
Dinde gizem arttıkça dinî duygu ve arayışların istismar edilme ihtimali de artar. Şahıslara kurtarıcılık, dünyaya tasarruf, hatta Levh-i mahfuz’a/ilâhî takdire müdahaleye kadar uzanan bir kutsiyet ve otorite izafe eden ve bunun delillerini de Kur’an’ın satırları arasında arayanların iddia ettiğinin aksine İslâm apaçık bir din, Kur’ân-ı Kerîm apaçık bir kitaptır. İslâm’ın ve Kur’an’ın apaçık (mübîn) oluşu öncelikle dinin kurucu mesajı olan tevhid, uluhiyet, kutsiyet, Yüce Mevlâ’nın mutlak hakimiyeti ve onun hiçbir düzeyde ortağının olmayacağı vurgusundadır. Tarikat örgütlenmesinin ve dinî cemaatçiliğin hali hazır söylemi dinin akîde esaslarıyla çatışma halindedir; Kur’an’la çatışma halindedir. Kur’an’ın velî/evliyâ, vesîle, râbıta, zâhir-batın, Musâ-Hızır gibi isim ve kavramlarına hiç alakası olamayan anlamlar yükleyip, yani açıkçası onları tahrif edip kendi indî öğreti ve tasavvurlarına Kur’an’ı şahit getirmek Kur’an’la çatışmayı göze almak demektir. Yüce Mevlâ bize esrarengiz ve şifreli bir kitap göndermedi. Böylece gizem ticaretine de fırsat vermedi. Zaten gizemli ve şifreli bir kitap gönderseydi hiçbirimiz sorumlu olmazdık. Kur’ân-ı Kerîm ‘arabî’ bir kitaptır. Arabî kelimesi sadece Arapça anlamına gelmez. Arabî kelimesi aynı zamanda ‘meramını apaçık ifade eden’ demektir. Bunun zıddı ‘a’cemî’dir. Hayvanlara da meramını iyi ifade edemediği için Arapça’da ‘acmâ’ denir. Kur’ân, meramını en iyi şekilde ifade eden kitaptır. Zaten Yüce Allah Kitabında sıklıkla ‘Ben size ilişkin muradımı en açık şekilde, sizin anlayacağınız dilde ifade ettim; apaçık kitap gönderdim’ demiyor mu? Bunu bırakıp dinde olmayan kutsallıklar peşinde sürüklenenler ise inadına; ‘Hayır, sen çok kapalı, esrarengiz bir kitapsın, ancak bu sırları biz şu şu şu otoriteler devreye girerse, onlar tefekkür eder onlar keşfeder de bize aktarırsa anlayabiliriz’ demiş olmaktalar. Peki, bu doğru mu? İslâm dünyasının bu konuyu tekrar düşünme zamanı gelmedi mi?